Kibrit-i Ahmer'in Peşinde
Claude Addas, İbn Arabî ve tasavvuf düşüncesi içindeki yeri üzerine çalışmalarıyla tanınan Michel Chodkiewicz’in kızıdır. Aynı konu etrafında makaleleri ve “Kitabu Nesebi’l-Hırka” metninin tahkikli neşri gibi çalışmaları bulunan yazarın başlıca eseri, tercümesini sunmakta olduğumuz İbn Arabî biyografisidir. Halen sahasındaki en önemli müracaat kaynağını teşkil eden eser İngilizce ve İspanyolca gibi çeşitli dillere de çevrilmiştir. (Gelenek Yayınları)
Kibrit-i ahmer, gümüşü altına çevirebilen maddeyi ifade eden simya ıstılahıdır. İbn Arabi Et-Tedbiratu’l-İlahiyyede tabiri bu manada kullanmıştır. Tasavvuf ıstılahında, tabir sık sık velinin ulaştığı yüksek dercenin kemaline işaret için kullanılır. İbn Arabi de talebeleri tarafından kibrit-i ahmer olarak nitelendirilmektedir. Nitekim Şarani, Futuhat müellifinin irfanını açıklamak üzere kaleme aldığı eserlerinden birine bu ismi vermiştir: El-Kibritu’l-Ahmer fi Beyani Ulumi’ş-Şeyhi’l-Ekber. (s. 143)
* * *
İbn Arabi'nin tevbesindeki merhaleleri, işaret ettiğimiz kaynaklara dayanarak kısaca özetleyelim. Onbeş yaşlarında, zamanım ehl-i tarik bir zattan Kur'an öğrenmek ve kötü arkadaşlarıyla birlikte gece eğlencelerine katılmak arasında bölmüşken, Allah ona şeriata riayet etmesini hatırlatacaktır. Afallamış bir halde kaçar ve bir süre inzivada kalır. Bu ihtiyari uzleti sırasında fethe nail olur ve kendisine ledünni ilim verilir. Sonra ona bütün mülkünü terk etmesini emreden Hz. İsa'nın elinde tevbe eder. Henüz intisap edebileceği hiçbir dünyevi şeyh tanımadığından, mallarını babasına teslim eder ve kendini Hz. İsa, Hz. Musa ve Hz. Muhammed'in muhafazası altına girmiş olarak görür. Ama yine de bir fetret geçirmesi gerekmektedir. Bu fetretin sonunda Allah'ın müjdesine mazhar olacaktır. İbn Arabi tahkikin nihayetine hiçbir seyr ü süluktan geçmeksizin ulaştırılmıştır. Meczuba misali, bütün menzilleri atlamış ve tek bir seferde yolun sonuna varmıştır. Ama tehlikelerle yüzleşmemiş, düşmanlarıyla boy ölçüşmemiş ve bütün menzilleri tek tek kat etmemiş birisi nasıl başkalarına rehber olabilir? Öyleyse İbn Arabi'nin bundan sonra yapması gereken şey, yolu -ama bu kez adım adım- tekrar geçmek, sabırla sülukunu tamamlamak ve tarikat üzere Hakk'a seyretmektir. (s. 61)
Feta (genç adam) ona şöyle nida etmiştir: “Sen bizzat kendi güneşinin önündeki hicapsın, o halde kendi hakikatini tanı” (s. 210)
Bu eserleri telif ederken yazarlık yapmak istemiş ya da belirli herhangi bir gaye gütmüş değilim. Ama kalbimi yakan ve göğsümü sıkıştıran bir ilhamı aktarmak zorundayım. (s. 167)
Konevi de kendi muhabbetini eserlerinde birkaç yerde ortaya koymakta, ama daha fazlası, aslında bütün eseriyle ortaya koymaktadır. «Şeyh'in [İbn Arabi] vahdet-i vücud meselesindeki maksadı, Sadreddin'in eserleri mütalaa edilip gerektiği gibi kavranılmadığı takdirde, akıl ve şeriata muvafık olarak anlaşılamayacaktır.» Kendisi de bir İbn Arabi şarihi olan Cami'nin bu tesbiti, Konevi'nin Ekberî irfanın izahı noktasındaki önemini gayet iyi ifade etmektedir . Doğrudan doğruya İbn Arabi'nin eserlerinin şerhi şeklinde olsun ya da olmasın, Konevi'nin bütün telifleri Ekberî irfanın esaslarını tavzih ve tarif etmeye yöneliktir. Bu sebeple de Konevi'nin eseri İbn Arabi mektebinin üzerinde o derece silinmez bir iz bırakacaktır ki "İslam aleminin doğusunda Konevi'nin müellefatı ya da talebeleriyle bıraktığı tesir, İbn Arabi'nin daima onun gözleriyle görülmesini sağlamıştır". Sadreddin sadece İbn Arabi'nin irfanına bir şekil ve belirgin bir çerçeve vermekle kalmamış, ama onun bir isim kazanmasını ve vahdet-i vücud tabiriyle anılmasını sağlamıştır. Bu tabir bir taraftan Ekberî irfana sade ve kolay bir yolla işaret edilmesini mümkün kılacak, bir taraftansa indirgeyici niteliği itibarıyla İbn Arabi muhasımlarının eline tehlikeli bir silah sunacaktır. Daha genel bir manada. Konevi'nin Şeyh-i Ekber'in fikirlerini sistemleştirmekle aynı zamanda bu fikirleri ehl-i rüsumun saldırılarına karşı daha kırılgan hale getirdiğini söyleyebiliriz. (s. 239)
Vahdet-i Vücud ile ilgili ufak bir dipnot düşelim İmandan İhsana Tasavvuf isimli eserden:
Hakîkatte Mutlak Varlık, hiçbir kayıtla kayıtlanamaz; O'nun kendisini vasıflandırması dışında hiçbir sıfatla tavsif edilemez. Hatta ona bizim sınırlı olan idrâkimiz ile "mutlak" dememiz bile onu kayıtlamaktır; fakat anlatabilmek için böyle söylemek gerekmektedir. Yoksa insanın hatırına her ne gelirse gelsin, Allâh, ondan başkadır.
Böyle bir sübhân olan Mutlak Varlık'ın sıfatlarını izhar etmesi ise, zâtının gereğidir. Tıpkı parlak bir kandilin ışıklarını yansıtması gibi... Bütün varlıklar, Mutlak Varlık'ın bilgisinde mücmel olarak sâbit olur ki, kâinât bu hakîkatin bir tezâhürüdür. Şehâdet âlemi dediğimiz bu âlemdeki varlıklar, izâfî olarak mevcuttur; kendi varlıkları bakımından hiçbiri var olamaz. Mutlak Varlık'ın sıfatlarının; eserlerinin, hükümlerinin, kudretinin, yaratıcılığının mazharları olmak itibariyle mevcut sayılırlar. Zât-ı ulûhiyyet, bütün varlıklarda yaratıcılığını, kudretini, hikmetini, tedbirini, tasarrufunu, sıfatlarını izhâr etmekle beraber varlık âlemi, hiçbir vakit zâtın zuhûru da değildir. Yâni varlık âlemi, zâtın değil sıfatlarının zuhûrudur.
Dolayısıyla zât, her şeyden mukaddes ve münezzehtir. Güneş olmazsa ışığı olamaz; fakat güneşin ışığı, güneşten ayrı bir varlığa sahip olmamakla beraber güneş değildir. Her şeyi O bilmek ve tanımak; kâinâtı, varlık âlemini ilâh kabul etmektir ki bu, "Bir"i "her" olarak düşünen maddeciliğe yol açar. Eflatun'un ortaya attığı panteizm denilen inanç, işte bu vahim ve yanlış saplantıdan kaynaklanmıştır. Bazıları Vahdet-i Vücûd'u da bu inanç sistemi içine çekmek istemiş ve o sistem içinde kabul etmişse de gerçek sûfîler, böyle bir sapık inancı dâimâ reddetmişlerdir. Çünkü her şeyi, O'nun varlığıyle var olmuş bilmekle beraber zâtı her şeyden tenzih, gerçek Vahdet-i Vücûd inancıdır. Yâni kâinât, Hakk'ın sıfatlarının mazharlarıdır; fakat zâtı, kâinât değildir. Zîrâ yaratıcı, aslâ yaratılmış şeklinde zuhûr etmez. Bu kanâate sahip olmak, apaçık küfürdür. Çünkü Cenâb-ı Hak muhâlefetün li'l-havâdistir. Yâni eşi ve benzeri yoktur, yaratılmışların hiçbirine benzemez. Dolayısıyla O, her türlü antropomorfik (beşerî) sıfatlarla tavsiften münezzehtir. Bu hakîkatten uzaklaşarak yahûdîlerin Üzeyr -aleyhisselâm-'a, hristiyanların da Îsâ -aleyhisselâm-'a -hâşâ- Allâh'ın oğlu diyecek kadar ileri gittikleri mâlûmdur. İnsanoğlunun kendi hayâl iklîminde üretip sonra da inanmaya kalktığı bütün bu dalâlet tezâhürlerine ilâhî bir cevap olarak Allâh Teâlâ şöyle buyurur:
"Onlar (müşrikler ve münkirler) Allâh'ı hakkıyla tanıyıp bilemediler. Kıyamet günü bütün yeryüzü O'nun tasarrufundadır. Gökler O'nun kudret eliyle dürülmüş olacaktır. O, müşriklerin ortak koşmalarından yüce ve münezzehtir." (ez-Zümer, 67)
(İmandan İhsana Tasavvuf, Osman Nuri Topbaş, s. 105-106)
* * *
Aşağıda, İbn Arabi’ye dair bilinen yanlış iki bilginin tashihi babından Kibrit-i Ahmer’in Peşinde’den alıntılar var. İlki fukahanın Şeyh-i Ekber’e karşı tutumuna dair, ikincisi ise İbn Arabi’nin vefatına dair. Vefatına dair yanlış bilgi (aşağıda mevcut) malesef bazı dergilerde ve web sitelerindeki yazılarda gerçekmiş gibi geçiyor. Bu yüzden buraya aktarmak gereğini hissettim:
İbn Arabi'nin tevbesindeki merhaleleri, işaret ettiğimiz kaynaklara dayanarak kısaca özetleyelim. Onbeş yaşlarında, zamanım ehl-i tarik bir zattan Kur'an öğrenmek ve kötü arkadaşlarıyla birlikte gece eğlencelerine katılmak arasında bölmüşken, Allah ona şeriata riayet etmesini hatırlatacaktır. Afallamış bir halde kaçar ve bir süre inzivada kalır. Bu ihtiyari uzleti sırasında fethe nail olur ve kendisine ledünni ilim verilir. Sonra ona bütün mülkünü terk etmesini emreden Hz. İsa'nın elinde tevbe eder. Henüz intisap edebileceği hiçbir dünyevi şeyh tanımadığından, mallarını babasına teslim eder ve kendini Hz. İsa, Hz. Musa ve Hz. Muhammed'in muhafazası altına girmiş olarak görür. Ama yine de bir fetret geçirmesi gerekmektedir. Bu fetretin sonunda Allah'ın müjdesine mazhar olacaktır. İbn Arabi tahkikin nihayetine hiçbir seyr ü süluktan geçmeksizin ulaştırılmıştır. Meczuba misali, bütün menzilleri atlamış ve tek bir seferde yolun sonuna varmıştır. Ama tehlikelerle yüzleşmemiş, düşmanlarıyla boy ölçüşmemiş ve bütün menzilleri tek tek kat etmemiş birisi nasıl başkalarına rehber olabilir? Öyleyse İbn Arabi'nin bundan sonra yapması gereken şey, yolu -ama bu kez adım adım- tekrar geçmek, sabırla sülukunu tamamlamak ve tarikat üzere Hakk'a seyretmektir. (s. 61)
Feta (genç adam) ona şöyle nida etmiştir: “Sen bizzat kendi güneşinin önündeki hicapsın, o halde kendi hakikatini tanı” (s. 210)
Bu eserleri telif ederken yazarlık yapmak istemiş ya da belirli herhangi bir gaye gütmüş değilim. Ama kalbimi yakan ve göğsümü sıkıştıran bir ilhamı aktarmak zorundayım. (s. 167)
Konevi de kendi muhabbetini eserlerinde birkaç yerde ortaya koymakta, ama daha fazlası, aslında bütün eseriyle ortaya koymaktadır. «Şeyh'in [İbn Arabi] vahdet-i vücud meselesindeki maksadı, Sadreddin'in eserleri mütalaa edilip gerektiği gibi kavranılmadığı takdirde, akıl ve şeriata muvafık olarak anlaşılamayacaktır.» Kendisi de bir İbn Arabi şarihi olan Cami'nin bu tesbiti, Konevi'nin Ekberî irfanın izahı noktasındaki önemini gayet iyi ifade etmektedir . Doğrudan doğruya İbn Arabi'nin eserlerinin şerhi şeklinde olsun ya da olmasın, Konevi'nin bütün telifleri Ekberî irfanın esaslarını tavzih ve tarif etmeye yöneliktir. Bu sebeple de Konevi'nin eseri İbn Arabi mektebinin üzerinde o derece silinmez bir iz bırakacaktır ki "İslam aleminin doğusunda Konevi'nin müellefatı ya da talebeleriyle bıraktığı tesir, İbn Arabi'nin daima onun gözleriyle görülmesini sağlamıştır". Sadreddin sadece İbn Arabi'nin irfanına bir şekil ve belirgin bir çerçeve vermekle kalmamış, ama onun bir isim kazanmasını ve vahdet-i vücud tabiriyle anılmasını sağlamıştır. Bu tabir bir taraftan Ekberî irfana sade ve kolay bir yolla işaret edilmesini mümkün kılacak, bir taraftansa indirgeyici niteliği itibarıyla İbn Arabi muhasımlarının eline tehlikeli bir silah sunacaktır. Daha genel bir manada. Konevi'nin Şeyh-i Ekber'in fikirlerini sistemleştirmekle aynı zamanda bu fikirleri ehl-i rüsumun saldırılarına karşı daha kırılgan hale getirdiğini söyleyebiliriz. (s. 239)
Vahdet-i Vücud ile ilgili ufak bir dipnot düşelim İmandan İhsana Tasavvuf isimli eserden:
Hakîkatte Mutlak Varlık, hiçbir kayıtla kayıtlanamaz; O'nun kendisini vasıflandırması dışında hiçbir sıfatla tavsif edilemez. Hatta ona bizim sınırlı olan idrâkimiz ile "mutlak" dememiz bile onu kayıtlamaktır; fakat anlatabilmek için böyle söylemek gerekmektedir. Yoksa insanın hatırına her ne gelirse gelsin, Allâh, ondan başkadır.
Böyle bir sübhân olan Mutlak Varlık'ın sıfatlarını izhar etmesi ise, zâtının gereğidir. Tıpkı parlak bir kandilin ışıklarını yansıtması gibi... Bütün varlıklar, Mutlak Varlık'ın bilgisinde mücmel olarak sâbit olur ki, kâinât bu hakîkatin bir tezâhürüdür. Şehâdet âlemi dediğimiz bu âlemdeki varlıklar, izâfî olarak mevcuttur; kendi varlıkları bakımından hiçbiri var olamaz. Mutlak Varlık'ın sıfatlarının; eserlerinin, hükümlerinin, kudretinin, yaratıcılığının mazharları olmak itibariyle mevcut sayılırlar. Zât-ı ulûhiyyet, bütün varlıklarda yaratıcılığını, kudretini, hikmetini, tedbirini, tasarrufunu, sıfatlarını izhâr etmekle beraber varlık âlemi, hiçbir vakit zâtın zuhûru da değildir. Yâni varlık âlemi, zâtın değil sıfatlarının zuhûrudur.
Dolayısıyla zât, her şeyden mukaddes ve münezzehtir. Güneş olmazsa ışığı olamaz; fakat güneşin ışığı, güneşten ayrı bir varlığa sahip olmamakla beraber güneş değildir. Her şeyi O bilmek ve tanımak; kâinâtı, varlık âlemini ilâh kabul etmektir ki bu, "Bir"i "her" olarak düşünen maddeciliğe yol açar. Eflatun'un ortaya attığı panteizm denilen inanç, işte bu vahim ve yanlış saplantıdan kaynaklanmıştır. Bazıları Vahdet-i Vücûd'u da bu inanç sistemi içine çekmek istemiş ve o sistem içinde kabul etmişse de gerçek sûfîler, böyle bir sapık inancı dâimâ reddetmişlerdir. Çünkü her şeyi, O'nun varlığıyle var olmuş bilmekle beraber zâtı her şeyden tenzih, gerçek Vahdet-i Vücûd inancıdır. Yâni kâinât, Hakk'ın sıfatlarının mazharlarıdır; fakat zâtı, kâinât değildir. Zîrâ yaratıcı, aslâ yaratılmış şeklinde zuhûr etmez. Bu kanâate sahip olmak, apaçık küfürdür. Çünkü Cenâb-ı Hak muhâlefetün li'l-havâdistir. Yâni eşi ve benzeri yoktur, yaratılmışların hiçbirine benzemez. Dolayısıyla O, her türlü antropomorfik (beşerî) sıfatlarla tavsiften münezzehtir. Bu hakîkatten uzaklaşarak yahûdîlerin Üzeyr -aleyhisselâm-'a, hristiyanların da Îsâ -aleyhisselâm-'a -hâşâ- Allâh'ın oğlu diyecek kadar ileri gittikleri mâlûmdur. İnsanoğlunun kendi hayâl iklîminde üretip sonra da inanmaya kalktığı bütün bu dalâlet tezâhürlerine ilâhî bir cevap olarak Allâh Teâlâ şöyle buyurur:
"Onlar (müşrikler ve münkirler) Allâh'ı hakkıyla tanıyıp bilemediler. Kıyamet günü bütün yeryüzü O'nun tasarrufundadır. Gökler O'nun kudret eliyle dürülmüş olacaktır. O, müşriklerin ortak koşmalarından yüce ve münezzehtir." (ez-Zümer, 67)
(İmandan İhsana Tasavvuf, Osman Nuri Topbaş, s. 105-106)
* * *
Aşağıda, İbn Arabi’ye dair bilinen yanlış iki bilginin tashihi babından Kibrit-i Ahmer’in Peşinde’den alıntılar var. İlki fukahanın Şeyh-i Ekber’e karşı tutumuna dair, ikincisi ise İbn Arabi’nin vefatına dair. Vefatına dair yanlış bilgi (aşağıda mevcut) malesef bazı dergilerde ve web sitelerindeki yazılarda gerçekmiş gibi geçiyor. Bu yüzden buraya aktarmak gereğini hissettim:
İbn Arabi’nin irfanının onun sağlığı sırasında fukahanın ciddi eleştirileri ya da hücümlarına maruz kalmadığı görülecektir. Fukahanın kısm-ı azamı İbn Arabi’yi muteber bilmekte, ona hürmet göstermekte ve hüsn-i zan beslemektedir. Yarım asırdan daha kısa bir zaman sonra İbn Teymiye ya da Kutbettin Kastalani gibi zevatın eliyle İbn Arabi’ye, irfanına ve taraftarlarına karşı açılacak amansız savaş düşünüldüğünde, Şeyh-i Ekber yaşadığı sırada insanların onda gördüğü hal ve şeriata sımsıkı riayet eden hayat tarzının onu bu süre boyunca her türlü şüphe ve su-i zandan uzak tuttuğu neticesine varılmaktadır. (s. 266-267)
Acaba evinde sükunet içinde mi vefat etmiştir? İtimat edilebilecek kaynakların hiçbirinde bunun aksini düşünmemize sebep olacak bir kayıt bulunmuyor. Ancak Şam’da nesilden nesile aktarılarak günümüze kadar ulaşmış oldukça acayip bir kıssa çok meşhur olmuştur. Bu kıssaya göre Şeyh-i Ekber katledilerek öldürülmüştür, çünkü halkın önünde “Sizin Rabb’iniz benim ayağımın altındadır.” cümlesini sarfedecek kadar pervasızdır. Katiller şiddetle cezalandırılır ve Şeyh-i Ekber’in de tam öldürüldüğü noktaya defnine karar verilir. Fakat mezar için toprak kazıldığında, Şeyh-i Ekber’in ölümüne sebep olan cümleyi söylediği yerin hamen altında içi altınla dolu bir sandığın gömülü olduğu görülecektir. Kıssa bittiğinde tefsiri de hiç gecikmeden yapılmakta, Şeyh-i Ekber’in ehl-i dünya ve ulemaü’s-su’nun yegane mabudunun dünya olduğunu kasdettiğini belirtilmektedir. Aslında bu kıssanın zevkten mahrum olmadığını itiraf etmeliyiz, ama yine de tamamen uydurmadır ve herhalde halka tesir etmek isteyen bir kıssacı tarafından hayal edilmiştir. İbn Arabi’nin vefat ve cenazesine ilişkin pek çok tanıklığa sahibiz, ama bunların hiçbirinde böyle bir olaya işaret edilmez. (s. 290)
* * *
İbn Arabi'nin 598/1201-1202'de Fustat, yani Kahire'ye vardığında karşısında bulduğu Mısır, daha önce hiç görülmemiş derecede büyük bir kıtlığın pençesinde kıvranmaktadır. Tarihçilere göre, 597-598 senelerinde ülkeyi perişan eden açlık ve veba, Mısır halkının üçte ikisinin can vermesine sebep olmuştur. Bu rakam herhalde abartılı olmalıdır, ama felaketin çapının ne kadar büyük ve oluşturduğu tahribatın ne kadar derin olduğunu gayet iyi anlatmaktadır.
Suriyeli tarihçi Ebu Şame'nin belirttiğine göre, felaketten kaçmak isteyen pekçok Mısırlı Mağrib, Suriye, Hicaz ve Yemen'e göçmüş, Mısır'ı terk edemeyenler arasındaysa yamyamlık yaygın hale gelmiştir: «İnsanlar en iyi dostlarını evlerine davet ediyor, sonra da onları kesiyordu. Hatta tabipler bile bir hastaya bakmaları bahanesiyle eve getirilip öldürülüyor, sonra da yeniyordu.»
Manzaranın ne kadar acı olduğunu ifade eden bu sözlere, İbn Arabi'nin yerdeki cesetleri görünce dayanamayan arkadaşı Ebu'l-Abbas Ahmed el-Hariri'ye ilişkin anlattığı olayı da ekleyelim:
«Bir gün [Ebu'l-Abbas el-Hariri] yürürken, açlıktan ölmüş bebek cesetleri gördü ve:
"Ya Rabb, bunun manası nedir?" diye nida etti.
Ona şöyle cevap verildi:
-"Kulum, seni hiç terk ettim mi?"
-"Şüphesiz hayır."
-"O halde itiraz etme. Gördüğün bu çocuklar yetişkinlerin meyvesidir, yetişkinlerse benim emirlerimi gözardı etmiş, yasaklarımı çiğnemiştir. Bu yüzden de cezaya çarptırılıyorlar. Kendine hakim ol”
Bu sözler onu teskin etti ve o andan itibaren, insanların başına gelen, bu gibi şeyler karşısında sükunetini kaybetmedi.» (s. 203-204)
«Bir vakit ağır bir hastalığa yakalandım ve ölmekte olduğumu zannettirecek kadar derin bir baygınlığa gömüldüm.
Önce bana saldırmaya çalışan korkunç suretli kişiler, ardından da çok hoş bir rayiha yayan asil ve kudretli bir kimsenin beni onlara karşı savunduğunu ve nihayet onlara galebe çaldığını gördüm.
"Kimsin?" diye sordum. "Ben Yasin suresiyim ve seni koruyorum." cevabını verdi.
Sonra kendime geldim ve babamın (Allah ona rahmet etsin) başucumda gözyaşlarıyla beklediğini gördüm: Yasin suresinin tilavetini bitirmek üzereydi.» (s. 38)
* * * * * *
Şeyh Abdül-gaffar'ın Vahid’indeki bir parça sayesinde, İbn Arabi'nin düşmanları için bile böyle yapmaktan geri kalmadığını öğrenmekteyiz:
«Rivayet ediliyor ki Şam'da bir adam her namazdan sonra İbn Arabi'ye on kez lanet okurmuş. Bu adam öldüğünde İbn Arabi diğer insanlarla birlikte cenazesine katılmış, cenaze sona erdiğindeyse ashabından birinin evine giderek kıbleye müteveccih halde oturmuş.
Yemek vakti geldiginde ev sahibi yiyecek hazırlamış, ama Şeyh sofrayla hiç ilgilenmemiş ve aynı şekilde oturmayı sürdürmüş. Ev sahibi tedirgin olmuş ve Şeyh'in rahatsızlandığını ya da yemekteki bir şeyden hoşlanmadığını düşünmüş. Şeyh vakit namazlarını kılıp hemen yerine dönüyor, aynı şekilde oturmaya devam ediyormuş. Nihayet, akşam namazını eda ettikten sonra oradaki insanlara dönmüş ve kolayca fark edilen bir neşe içinde yemek istemiş.
Ev sahibi ona ne kadar endişelenmiş oldugunu anlattığındaysa şöyle cevap vermiş: "Merak edecek bir şey yok. Sadece Allah beni lanetleyen ve kendisi için yetmişbin kez kelime-i tevhid okuduğum kimseyi bağışlayıncaya kadar hiçbir şey yeyip içmemeye ahdetmiştim."»
Kutbeddin Şirazi sayesindeyse, İbn Arabi ve müritlerinin bu zikri nasıl icra ettiğini öğrenmekteyiz: «Sadreddin ve İbn Arabi birinin vefatını takip eden gecede kelime-i tevhid zikriyle meşgul olma adetindeydi. Bunun için onbin nohut tanesini hazirun arasında bölüştürürlerdi. Herkes kendi payına düşen her tane için yedi kez la ilahe illallah der, bununla mevtanın cehennem ateşinden korunmasına niyet ederdi. Zikirler sona erdiğinde hazirundan birine hediye edilir, o da bunları mevtanın ruhuna gönderirdi .» (s. 277-278)
İbn Arabi'nin Ureybi'den naklettiği bir dua: "Rabb'im, beni aşk arzusuyla rızıklandır, aşkla değil" (s. 73)
* * *
İbn Arabi'nin 598/1201-1202'de Fustat, yani Kahire'ye vardığında karşısında bulduğu Mısır, daha önce hiç görülmemiş derecede büyük bir kıtlığın pençesinde kıvranmaktadır. Tarihçilere göre, 597-598 senelerinde ülkeyi perişan eden açlık ve veba, Mısır halkının üçte ikisinin can vermesine sebep olmuştur. Bu rakam herhalde abartılı olmalıdır, ama felaketin çapının ne kadar büyük ve oluşturduğu tahribatın ne kadar derin olduğunu gayet iyi anlatmaktadır.
Suriyeli tarihçi Ebu Şame'nin belirttiğine göre, felaketten kaçmak isteyen pekçok Mısırlı Mağrib, Suriye, Hicaz ve Yemen'e göçmüş, Mısır'ı terk edemeyenler arasındaysa yamyamlık yaygın hale gelmiştir: «İnsanlar en iyi dostlarını evlerine davet ediyor, sonra da onları kesiyordu. Hatta tabipler bile bir hastaya bakmaları bahanesiyle eve getirilip öldürülüyor, sonra da yeniyordu.»
Manzaranın ne kadar acı olduğunu ifade eden bu sözlere, İbn Arabi'nin yerdeki cesetleri görünce dayanamayan arkadaşı Ebu'l-Abbas Ahmed el-Hariri'ye ilişkin anlattığı olayı da ekleyelim:
«Bir gün [Ebu'l-Abbas el-Hariri] yürürken, açlıktan ölmüş bebek cesetleri gördü ve:
"Ya Rabb, bunun manası nedir?" diye nida etti.
Ona şöyle cevap verildi:
-"Kulum, seni hiç terk ettim mi?"
-"Şüphesiz hayır."
-"O halde itiraz etme. Gördüğün bu çocuklar yetişkinlerin meyvesidir, yetişkinlerse benim emirlerimi gözardı etmiş, yasaklarımı çiğnemiştir. Bu yüzden de cezaya çarptırılıyorlar. Kendine hakim ol”
Bu sözler onu teskin etti ve o andan itibaren, insanların başına gelen, bu gibi şeyler karşısında sükunetini kaybetmedi.» (s. 203-204)
* * *
İbn Arabi şöyle anlatıyor:
İbn Arabi şöyle anlatıyor:
«Bir vakit ağır bir hastalığa yakalandım ve ölmekte olduğumu zannettirecek kadar derin bir baygınlığa gömüldüm.
Önce bana saldırmaya çalışan korkunç suretli kişiler, ardından da çok hoş bir rayiha yayan asil ve kudretli bir kimsenin beni onlara karşı savunduğunu ve nihayet onlara galebe çaldığını gördüm.
"Kimsin?" diye sordum. "Ben Yasin suresiyim ve seni koruyorum." cevabını verdi.
Sonra kendime geldim ve babamın (Allah ona rahmet etsin) başucumda gözyaşlarıyla beklediğini gördüm: Yasin suresinin tilavetini bitirmek üzereydi.» (s. 38)
* * * * * *
Şeyh Abdül-gaffar'ın Vahid’indeki bir parça sayesinde, İbn Arabi'nin düşmanları için bile böyle yapmaktan geri kalmadığını öğrenmekteyiz:
«Rivayet ediliyor ki Şam'da bir adam her namazdan sonra İbn Arabi'ye on kez lanet okurmuş. Bu adam öldüğünde İbn Arabi diğer insanlarla birlikte cenazesine katılmış, cenaze sona erdiğindeyse ashabından birinin evine giderek kıbleye müteveccih halde oturmuş.
Yemek vakti geldiginde ev sahibi yiyecek hazırlamış, ama Şeyh sofrayla hiç ilgilenmemiş ve aynı şekilde oturmayı sürdürmüş. Ev sahibi tedirgin olmuş ve Şeyh'in rahatsızlandığını ya da yemekteki bir şeyden hoşlanmadığını düşünmüş. Şeyh vakit namazlarını kılıp hemen yerine dönüyor, aynı şekilde oturmaya devam ediyormuş. Nihayet, akşam namazını eda ettikten sonra oradaki insanlara dönmüş ve kolayca fark edilen bir neşe içinde yemek istemiş.
Ev sahibi ona ne kadar endişelenmiş oldugunu anlattığındaysa şöyle cevap vermiş: "Merak edecek bir şey yok. Sadece Allah beni lanetleyen ve kendisi için yetmişbin kez kelime-i tevhid okuduğum kimseyi bağışlayıncaya kadar hiçbir şey yeyip içmemeye ahdetmiştim."»
Kutbeddin Şirazi sayesindeyse, İbn Arabi ve müritlerinin bu zikri nasıl icra ettiğini öğrenmekteyiz: «Sadreddin ve İbn Arabi birinin vefatını takip eden gecede kelime-i tevhid zikriyle meşgul olma adetindeydi. Bunun için onbin nohut tanesini hazirun arasında bölüştürürlerdi. Herkes kendi payına düşen her tane için yedi kez la ilahe illallah der, bununla mevtanın cehennem ateşinden korunmasına niyet ederdi. Zikirler sona erdiğinde hazirundan birine hediye edilir, o da bunları mevtanın ruhuna gönderirdi .» (s. 277-278)
İbn Arabi'nin Ureybi'den naklettiği bir dua: "Rabb'im, beni aşk arzusuyla rızıklandır, aşkla değil" (s. 73)
* * *
İbn Arabi’nin İbn Rüşd’le görüşmesini hikaye ettiği Futuhat metinine dönecek ve aralarında geçen konuşmaya bakacak olursak, Muhyiddin’in daha şimdiden bir çocuk için inanılmayacak kadar engin bir ilme sahip olduğunu görürüz, öyle ki filozof hayrete düşmüştür: “İçeri girdiğimde filozof beni karşılamak üzere kalktı, dostluk ve sevgisini gösteren hareketlerle bana sarıldı ve sonra da “Evet,” dedi. Ben de “Evet,” diye cevap verdim. Cevabımı duyunca, ne demek istediğini anlamış olduğum için sevindi. Ama onu sevindirenin ne olduğunu anladım ve ekledim: “Hayır.” İbn Rüşd kaskatı kesildi ve benzi attı, fikirlerinden şüpheye düşmüş gözüküyordu. Şöyle sordu: “İlahi ilham ve fetihle nasıl bir çözüme ulaştın? Bizim nazar ve istidlalle ulaştığımızın aynı mı?” Şöyle cevap verdim: “Evet ve hayır. Evet ve hayrı arasında canlar bedenlerini terkeder ve kelleler düşer.” İbn rüşd sarardı, onun titrediğini gördüm. “La havle ve la kuvvete illa billah,” diyordu, çünkü ne dediğimi anlamıştı.”
* * *
Tartusi, İbn Arabi’yle sohbeti esnasında, Ebu Medyen’i tenkit eden bir tavır takınır. Ebu Medyen’e sınırsız bir hürmet besleyen İbn Arabi ister istemez Tartusi’ye karşı soğukluk duyacaktır. Ama o gece rüyasında gördüğü Hz. Peygamber tarafından ikaz edilir:
“Resulullah şöyle buyurdu:
- Niçin falancaya buğzetmektesin?
- Çünkü o Ebu Medyen’e buğzetmektedir.
- Peki Allah’ı ve Resül’ünü sevmiyor mu?
- Muhakkak Allah’ı da seni de seviyor.
- O zaman neden Ebu Medyen’e buğzettiği için ona buğzediyorsun da Allah’ı ve Resül’ünü sevdiği için sevmiyorsun?
- Ya Resulallah, gaflete düştüm ve hata ettim, şimdi pişmanım ve o zat da artık en sevdiğim kişilerdendir. Sen beni uyardın ve doğruyu gösterdin.
Uyandığım zaman kıymetli giysiler aldım ve ata binerek Ebu Abdullah’ın yanına gittim. Ona gördüklerimi anlattım. Ağladı ve hediyeyi kabul etti. Bu vakıanın Allah’tan gelen bir ihtar olduğunu da anladı, Ebu Medyen hakkındaki tereddütleri kayboldu ve onu sevdi." (s.129)
* * *
"Vakıamda bir meleğin beyaz bir nurla beraber bana geldiğini gördüm. Bu sanki güneş ışığından bir parçaydı. "Bu nedir?" diye sordum. Bana şöyle cevap verildi: "Bu Eş-Şu'ara suresidir." Onu yuttum ve o zaman sanki bir tüy göğsümden boğazıma, boğazımdan da ağzıma çıkıyormuş gibi hissettim. Bu başı, dili, gözleri ve dudakları olan bir hayvandı. Başı Meşrık ve Mağrib ufuklarını kaplayıncaya kadar genişledi, sonra yeniden küçüldü ve göğsüme geri döndü. O zaman bildim ki sözüm Meşrık'a da Mağrib'e de ulaşacak."
Bu rüya sadık çıkmış, Şeyhi Ekber'in vefatını takip eden asırlar boyunca Ekberi irfan sürekli yayılarak en uzak ülkelere kadar ulaşmış, Meşrık ve Mağribi kaplamıştır: Suriye, Mısır, Kuzey Afrika, İran, Türkiye, Hindistan, Endonezya, Çin... Bu yörelerden hiçbiri yoktur ki belli bir dönemde Ekberî irfanın herhangi bir şekil altındaki tesirlerini teşhis edemeyecek olalım
Kibrit-i Ahmer’in Peşinde
Claude Addas
Çev: Atila Ataman
Gelenek Yayıncılık
Claude Addas
Çev: Atila Ataman
Gelenek Yayıncılık
Yorumlar