Gezgin
Sadık Yalsızuçanlar'ın kaleme aldığı Gezgin isimli roman "Şeyh-i Ekber hazretlerinin manevi hayatını konu ediniyor".
[Gezgin,] Şeyhin görüntüsüne bakarak, ‘sizi’ dedi, ‘ilk kez gördüğümde dergâhta müritlerinizle birlikte oturuyordunuz. Bana, ‘sana daha önce açmış olduğum bir meseleyi açalım’ demiş ve beni işaret etmiştiniz. Benim ilk defterimdeki şu sözüme daima hayret ettiğinizi söylemiştiniz, ‘hiç varolmamış olan ortadan kalkıp daima varolmakta olan kalıncaya değin... Bununla ne demek istediniz?’ diye sormuştunuz. Ben susmuştum. Orada bulunan dostlarımdan birinin cevaplamasını beklemiştim. Ama kimseden ses çıkmamıştı. Bunun üzerine bana yönelmişti bakışlarınız. Cevabını bilmeme rağmen konuşmaktan çekinmiştim, siz de bunu anlamış, üstelememiştiniz. Şimdi de size cevap veremeyeceğim, bu, sanırım, benim gerçeği söyleme konusundaki duyarlığımın azlığından değil, biliyorsunuz. Sadece, bazı şeylerin susularak anlatılabileceği, bazı sırların ise açığa vurulmaması gerektiğine ilişkindir. Hatırlarsınız, bir gün dergâhta aşktan söz ediyordunuz. Bir kuş gelip pencereden içeri süzüldü. Siz anlatımınızı sürdürdünüz. Kuş yanınıza sokuldu iyice ve gelip dizinize kondu. Siz bir şey olmamış gibi devam ediyordunuz, aşkın hallerini anlatmaya. Kuş, belki de bizden daha dikkatle dinliyordu sizi. Nihayet o İlahi sırdan söz ettiniz: ‘Beni isteyen Beni arar, Beni arayan Beni bulur, Beni bulan Beni sever, Beni seven Bana aşık olur, Bana aşık olana Ben de aşık olurum. Ben aşık olduğumu öldürürüm. Öldürdüğümün diyetini ödemek Bana düşer. Onun karşılığı da bizzat Benim.’ Kuş bunu duyunca dizinizden indi, tüm gücüyle gagasını yere vurdu ve ağzından kan boşandı, oracıkta can verdi. (s. 61-62)
* * *
Guadalquivir sahilinde dolaşırken ve ırmağın yüzeyindeki yakamozlara bakarak, varlığın tanrısal adların belirmesinden ibaret olduğunu tefekkür ederken ansızın bir ışık gördü. Nehrin zamanın nesnelerin üzerinde bir rüzgar gibi esişine benzer biçimde sessizce akışı sırasında, her an bir tazelenme ve yenilenme yaşadığını düşününce görünmüştü ışık. Ona baktı ve bir çehrenin içinden büyüyerek yükseldiğini farketti. “Ona iyi bak” diyordu, “o kabarcıklar ve yakamozlar, o küçük dalgalanışlar ırmağın kendisidir ama onları bakan çoğu göz başka bir varlıkmış gibi algılar. Oysa rüzgâr eser, su akar ve kabarır. Yakamozlar yanıp yanıp söner. Onlar nehre vuran güneşin kaynağından gelen bir ışıkla görünüp görünüp yitiyorlar. Yaşamın bir mecazı olarak nehrin bu hallerini, dünya hayatının tecellilerine benzetebilirsin. Varlıklar gelir, İlahi isimlere ayna olur, görünür ve yiterler. Yaşam bir şimşeğin çakışı gibidir, olur ve biter. Geçiciliğin gerisinde bir İlahi ismin güneş gibi şavkı vardır. O halde ona bakmalısın, o ışığa çevirmelisin bakışlarını.” (s.56-57)
* * *
Allah, nefsi, başka bir şeyi sevmesin diye Kendisi’nden başka herşeyden onu kurtarmayı arzular. Böylece, Kendisi’ni doğal bir biçimde nefse tecelli ettirir. Ve nefse, onun inkar edemeyeceği bir alamet verir. Bu alamete, zorunlu bilgi denir. Böylece nefis, o ruhsal ve cismani içerikteki bu surete doğru bir eğilim duyar. Ruhu, Kendisi’ne alıp, ona ikinci düzeyden nedenlerin mahiyeti bakımından, onda etkili olması gerektiğini öğretir. Nefs, ancak böylelikle O’nu tanır ve aradaki nedenleri kendi adına değil, O’nun adına sever. (s.97)
Sadık Yalsızuçanlar, Gezgin, Timaş Yayınları
Yorumlar