Bir Bilim Adamının Romanı: Mustafa İnan
Jale İnan oğluna baktı. Hüseyin hastanede başka çocuklar ile karıştırılır diye ne kadar korkmuştuk. Ne yapalım oğlum, özel kliniklerin yanına yaklaşmak mümkün değildi ki. Bu devlet hastanesiydi, tanıdık bir doktor da bulmuştuk. Korkmayın demişti doktor, çocuğunuz karışmaz.
Hastane ucuzdu. Ucuz mu? Bana kalsa ertesi gün çıkardım; oysa Mustafa tutturmuştu: Birkaç gün daha yatıp dinlense olmaz mı? demişti doktora. Aman ne yapıyorsun Mustafa evde de dinlenirim. Doktor çıkınca azarladı kocasını: Mustafa paramız yetmez biliyorsun, bugün çıkmalıyım. Başını önüne eğdi, param yok dedi. Nasıl olur? Canım birlikte hesaplamadık mı? Otuz lirayı bu iş için ayırmadık mı?
Sabah ablam geldi, disçiye götürmek gerekti onu. Dişçi tanıdıktı, elbette para almamıştı; ama ablasının çocukları da vardı yanların da, önce öğle yemeği, sonra yol masrafları... Elbette ben verecektim paraları, erkek olduğum için. Sonunda hastane parasının altından girip üstünden çıkmışlardı. Üzülme demişti Mustafa; bugün cumartesi. Pazartesi günü birinden borç bulurum. Sen iki gün daha dinlen. Devlet hastanesi ne de olsa, ucuz.
Pazartesi günü Doçent Doktor Mustafa İnan, Profesör Salih Murat Uzdilek'ten otuz beş lira borç alarak karısını hastaneden çıkardı. (s. 17)
Bilimle ilgileneceksen bunu bilime yakışır bir biçimde yapmalıyız. İnsanların yaşantılarında dedikodunun ötesinde bir şeyler bulmaya çalışmalıyız, değil mi? (s. 18)
Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde çalışan eski öğrencileri elektronik hesap makineleriyle ilgili pratik bilgileri öğretmek üzere İstanbul’a gelerek konferanslar verdikleri zaman, eski öğrencilerinin en heyecanlı öğrencisi gene Mustafa Hoca idi. (s.20)
Bir kürsü arkadaşının dediği gibi, elektronik hesap makinesinin üniversiteye girmesine ‘çocuk gibi’ seviniyordu. "İşte bu heyecanı ve sevinci anlatabilirsem," dedi profesör "Mustafa İnan’ı sana biraz olsun tanıtmış sayarım kendimi." (s. 21)
Öğrencilerinin ilerde kendisini geçeceğinden korkmazdı Mustafa. Bazı hocalar bu endişeyle yaşarlar. İşte belki de bu yüzden en yetenekli öğrencileri Mustafa İnan’ın çevresinde toplandı ve onun tatbiki mekanik dalında bir ‘ekol’ kurmasına yol açtılar. (s. 21)
Mustafa İnan’ın öğretmenliğe ne zaman başladığını belirtmek çok zordur. Onun ‘eşsiz hocalığı’ belki de ortaokula gittiği yıllarda başlamıştı. Öğrendiklerini hemen arkadaşlarına anlatıyordu, içinden öyle geliyordu. Bu işten heyecan duyuyordu. Arkadaşları arasında önce ağırbaşlılığı ile bir saygı uyandırdı. Sonra, onların dilinden anlıyordu, problemleri onların anlayacağı bir dille açıklamasını biliyordu. Kendi heyecanını onlara da duyuruyordu. Yıllarca sonra Teknik Üniversite’de mekanik derslerini verirken de en karmaşık problemleri bile sanki çok basit konularmış gibi anlatırken, öğrencilerini heyecanlandırmasını da biliyordu.
Genç adam başım kaldırdı: "Mekanik insanı heyecanlandırır mı?” "Hem de nasıl. Bana sorarsan, anlattıkları konularla öğrencilerinin canını sıkan hocalar, ders verirlerken kendileri de sıkılırlar." (s. 37)
Oysa Mustafa’nın derdi başkaydı: Elbette hiç çalışmadan olmaz ana. Ne yapayım, sizlere yük olmak istemiyorum; kitaplar da pahalı. Onun için sabah erkenden kalkıyordu Mustafa ve herkesten önce mektebe giderek yatılı öğrenciler kahvaltılarını bitirinceye kadar onlardan aldığı kitapları okuyordu. (s.39)
Seniha Hanım’a göre, ağır hareketli, çile çekmiş, çocukluğunu yaşamamış bir çocuktu. Oyunlara karışmazdı. "Koştuğunu bile görmedim." Çocukluğunu yaşamadığı halde hayata küskün değildi. Bütün sosyal hareketlere katılırdı. "Ev hayatının zorluklarından kimseye söz ettiğini sanmıyorum. Ketum bir insandı. Okul yıllarından çok sonra, İstanbul'da görüştüğümüz günlerde de savaş yıllarında çektiklerinden hiç söz etmezdi."(s. 42)
İş öğretmeye gelince kendine mazeret tanımazdı. Herkese, her durumda bir şeyler öğretebilirdi. (s.45)
Mustafa İnan için öğretmek vazgeçilmez bir tutkuydu. (s.45)
Peki Mustafa neden iyimserdi bu kadar? Rengi solmuş eski asker ceketiyle ve bunca ağrı sızıyla birlikte neden iyimserdi? Bütün bunların önemli olmadığını seziyordu herhalde. Başka şeylerin, meselâ matematik gibi güzellik taşıyan şeylerin önemli olduğunu, parasızlığın değil Fuzuli’nin ciddiye alınması gerektiğini düşünüyordu belki de. (s. 52)
Herkesin dostu Mustafa İnan nasıl öğretiyordu bu kadar insana? Önce onlarla dost oluyordu tabiî. Öğretmenden önce onları öğreniyordu; nasıl öğretebileceğini hesaplıyordu. Sanki öğretmiyordu onlara, onlarla sohbet edermiş gibi yapıyordu. Onunla konuşanlar, Hoca’dan bir şey öğrendiklerini çok sonra anlıyordu; ya da onların bildikleri şeyleri söylüyormuş gibi yapıyordu. "Sen zaten bilirsin," diye başlardı söze. (s. 55)
Öldükten sonra gelini olan Esin İnan’a çok yardım etti hoca. "Sen benim kızım ol, diyordu bana. İlk seminerimi hazırlarken de çalışmalarımı izledi uzaktan. Verilen uzay sisteminin içinden çıkamıyordum. Hocanın yanına gittim sonunda, bunalmıştım, ‘Bir aydır uğraşıyorum, yapamıyorum,’ dedim, 'bana yardımcı olur musunuz?’ Mustafa İnan güldü: ‘Senin bir ayda yapamadığını ben hemen nasıl yaparım? Gülüyordu. “Neden gülüyorsunuz?’ dedim. “Ne yapmak istiyorsun, amacın nedir? diye sordu. Ben hemen, ‘Eğriyi çizmek,’ diye karşılık verdim. Gene güldü: ‘Değil,’ dedi. Haklıydı Mustafa Hoca. Bir seminer hazırlamanın amacı bir eğriyi çizmek olamazdı. ‘Senin amacın, bu eğriyi çizmekle ne yarar sağlayacağını göstermektir." Mustafa İnan bunu anlatmakta genellikle çok zorluk çekiyordu: meselâ lisedeki sınıf arkadaşları derslere çalışırken amaçlarının sınıf geçmek olduğunu sanıyorlardı. (s. 57)
"Ben tıp fakültesinin ikinci sınıfına geçmiştim," diye anlatıyor Mustafa’nın eski dostu doktor Ekrem Beyazıt. Birlikte güzel günler geçirmişlerdi lisede okurken: "Onunla iki sene izcilik yaptık. Ben, boyum uzun olduğu için, bayrak taşırdım. O, benim yanımda yürürdü Kamplarda herkese yardım eder, mazeretli olsun olmasın, sevdiklerinin nöbetini tutar, bulaşıklarını yıkardı.” Evet, sözünün eriydi Mustafa. İzci ‘Daima Hazır’ olmalıdır deniliyordu, Mustafa da daima hazırdı: "O, kendi nefsinden fedakârlık eder, arkadaşlarının rahatı için çırpınırdı." diyor Ekrem Beyazıt. "Bütün lise hayatında inatçı bir baş ağrısı onu rahatsız ederdi. Buna rağmen başkalarını yardımına koşardı." (s. 60)
Büyük şehirde insana yabancı olduğunu hemen hissettirirlerdi. (s. 63)
Mustafa da bilime bir hoca olarak hizmet etmeyi düşünüyordu." Genç adam, "Herkes neden anlamaz bilime hizmet edebileceğini?" diye sordu. "Anlar da, genellikle işine gelmez. Herkes Mustafa gibi bu çağrıya karşılık vermez. Çoğu zaman çağrılmayanlar bilimin hizmetine giriyor bizde. Bilimin asıl sahiplerinin yerleri genellikle boş duruyor henüz. Bilim ordusu gerçek gönüllülerini bekliyor.' (s.66)
Efendim, bir bahçıvanın oğlu olan Gauss, daha ilkokulda okurken kendini göstermiş. Bir gün öğretmenleri yaramazlık yapan sınıfa bir ceza vermiş: Birden yüze kadar sayıları toplayıp getirin bana, demiş. Herkes hesap yapmış, sayfalar doldurmuş. Gauss birkaç dakika düşündükten sonra defterine bir satır yazıp hocaya uzatmış.
“Nasıl olur canım?" demiş öğretmen, “Senden akıllısı yok mu?” Herhalde yokmuş. Öğretmen bile bu kadar akıllı değilmiş. “Çok kolay öğretmenim,” demiş Gauss, "Birden yüze kadar sayıları düşündüm: İlk sayı bir, son sayı yüz. Toplamları 101 ediyor. Sonra, baştan ve sondan iki sayıyı düşündüm: 2 ve 99. Onların da toplamı 101. Sonra 3 ve 98, sonra 4 ve 97... hepsinin toplamı 101. Bu 101'lerden ne kadar var? Yüzün yarısı kadar. Öyleyse 100/2 ile 101'i çarparım. İstediğiniz toplam 5050 olmalı.”
Öğretmen şaşırdı; çünkü bu metod matematik dünyasında bilinmiyordu henüz. Küçuk Gauss'un bulduğu yeni bir formüldü. 100 rakamı yerine 'n' sayısı konulursa, 1’den 'n'e kadar sayıların toplam formülü çıkıyordu ortaya: n(n+1)/2. Öğretmen ertesi gün Gauss'a, bulabildiği en iyi matematik kitabını satın alarak hediye etti. (s. 69-70)
Matematiği birtakım uzun ve yorucu işlemlerden ibaret gördüğünüz için de bilim çekici gelmiyor size. Sayıların ve Eski Yunanca harflerin gerisinde canlı ilişkiler olduğunu sezemezseniz, sayılarla hayatın arasındaki ilişkiyi göremezseniz, matematik ve dolayısıyla fizik çalışmanın tek amacı sınıfı geçmek olur. (s. 70)
"Rahmetli ‘mihanik-i riyazi’ ve ‘temami-tefazuli’ hocamız Mustafa Salim Bey’in sağ eli çolaktı. Karatahtaya çıkıp ders vermek âdeti değildi. İlk sınıfa girdiği gün, 'İçinizden biri anlatsın bugünkü dersi' demişti. ‘Ben biraz rahatsızım da. Arada bir hata olursa ben düzeltirim, sonunda da mevzuyu hülâsa ederim.’ Mustafa kalktı tahtaya, meseleyi biliyordu; bir saat durmadan anlattı. Hoca da onun sözünü hiç kesmedi, yazdığı ya da söylediği hiçbir şeyi düzeltmedi. Bütün sene boyunca Mustafa anlattı, biz de not tuttuk. Sorarım size, bundan daha akıl almaz bir şey var mıdır dünyada? Bir insan hem sınıf arkadaşınız hem de hocanız olabilir mi? Böyle bir şey duyulmuş mudur?" (s. 72-73)
Mustafa İnan’ın hocaları da efendi insanlardı, öğrencilerde saygı uyandırıyorlardı. Hepsi de Mustafa'yı seviyorlardı, hepsi de iyi niyetliydi: hocalar da, öğrenciler de. Fakat hepsi bu kadardı ve iyi niyetlerle iyi eserler verilemiyordu. Tercüme birkaç kitapla ve derste anlama telâşı içinde tutulan notlarla ve her yıl tekrarlanan 'beylik' konularla ve her yıl tekrarlanan basmakalıp örneklerle mühendislik gibi ağır bir öğrenimi yürütmek çok zordu. (s. 87)
"Bunlar kolay formüllerdir. Mustafa her formülün nereden geldiğini araştırmadan içi rahat edenlerden değildi. Batılı olmak mümkün müydü? Bilimde bile bir gelenek sözkonusuydu. Bugün Batı’nın ulaşmış olduğu bilim seviyesine hayran olmak, onların birçok şeyi bize oranla daha kolay çözdüğünü görerek bu bakımdan hayranlık duymak ‘ithal malı bilim’ yapmak için yeterli bir sebep değildi. Ve birdenbire, hayranlıkla gelenek yaratılamazdı. Doğu’ya da hayran olunabilirdi: Mustafa İnan’ın hayran olduğu Ömer Hayyam, aslında bir matematikçiydi. Gelenek, hayranlıkla filan başlatılamazdı; gelenek, sabırla küçük halkaları birbirine ekleyerek yaratılabilirdi. Bu gelenek varmış gibi, hemen bilimsel dünyanın ayrıntılı derinliklerinde kaybolmakla sonuçlanan araştırmalara girişmek için vakit erkendi." (s. 89-90)
Bilime; ülkede bir ‘ekol’ kurarak hizmet etmeyi seçti. Neden daha çok araştırma yapmış gibi görünenler değil de, Mustafa İnan kalıyor geriye? Çünkü Mustafa İnan, onlardan çok daha derinlere doğru yayılmak istiyordu aslında. Ülkede bilimsel gelenek yaratmak gibi bir işe girişiyordu. Bunun için belki de yüz yıl yaşamak gerekiyordu. Olsun, Mustafa İnan da yüz yıl yaşayacaktı, belki daha fazla yaşayacaktı.” (s. 90)
Mustafa İnan, hayatının sonuna kadar böyle düşündü. Ölümünden dört yıl önce (8.10.1963) yazdığı bir makalede bunu açıkça belirtirken, meselenin evrenselliğine de değininiyordu:
"Göç edenler meselesine çok önem verilmemesini savunan diğer bir düşünce tarzını da şöyle özetlemek kabildir: ‘II. Cihan Savaşı'ndan sonra, barış konusunda, fikirlerde büyük gelişmeler oldu; Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi gibi çeşitli organizasyonlar sayesinde milletler birbirlerine daha çok yaklaştı; memleketler arasındaki sıkı sınırlar gevşedi; insanlık dünya barışında önemli ilerlemeler kaydetti. Bu sebeple bir ilim veya meslek adamının kendi yurdunda veya başka bir diyarda çalışmış olması bir problem teşkil etmemelidir; çünkü bu kimselerin, daha prodüktif olarak çalışacakları yeri seçmeleri, dünya çapında bir refah artışına hizmet olacaktır.'
"Dünya sulhu yönünden savunulan bu fikirde kanaatimizce bir çelişme mevcuttur; zira, yine II. Cihan Savaşı’ndan sonra, iyice anlaşılmıştır ki dünya yüzünde gerçek barış, ancak milletler arasında mevcut ekonomik ve kültürel seviye farklarını gidermekle kabil olacaktır. Bu fikre uygun olarak ileri seviyede olan milletler, az gelişmiş ülkelere yardımda bulunmuşlardır; ancak, seviye farkının giderilmesi, başlangıçta dış yardımdan temin edilse bile, zaman geçtikçe geri kalmış memleketler kendi imkânlarıyla kalkınmak zorundadırlar. Bu içten kalkınma mecburiyeti için de, ilme, tekniğe ve dolayısıyla onun adamlarına ihtiyaç vardır; kendi kabiliyetlerini durmadan kaybeden milletlerin, seviye farkını kapatmaları hiçbir zaman beklenemez, dolayısıyla da dünya barışına hizmet edilmiş olamaz." (s. 92-93)
Geleneksiz olunca hiçbir yere varılabileceğine inanmıyordu. (s. 93)
‘İthal malı bilim’ ile bilimsel ortamın yaratılamayacağına inanıyordu. (s. 93)
Öğrencilerin bir kısmı geçinmek için çukulata filân satarken, bir kısmı da -Mustafa İnan gibi- lise öğrencilerine ders vererek hayatlarını kazanmaya çalışıyorlardı. (s. 102)
İşler kolayca yoluna girmedi; eşya sözden anlamıyordu. Baca deliği ile borunun birleşme yerindeki hatanın bulunması kolay olmadı. Sonra perdelerin takılması yeni meseleler çıkardı. Jale Hanım böyle işlerde yalnız kalıyordu: "Perde rayının bir tarafı sarkıyordu, öteki tarafı da neredeyse düşecekti. Mustafa ise içerde, masasında çalışıyordu. Yatak odasının perdesini yapmak lâzım dediğim zaman, isteksizce yerinden kalktı ve merdivene çıkarak rayın sağlam tarafını da düşürdü. Ben içeri koştum ve başka âletler getirdim. Döndüğüm zaman Mustafa’yı gene masasının başında, kitabına dalmış bir durumda buldum. Perdeyi çoktan unutmuştu." Jale Hanım bu gibi işlerde kocasının pek yararlı olamadığını ve yararlı olamadığına çok üzüldüğünü gördü sonunda ve onu böyle konularda bir daha rahatsız etmemeye karar verdi. Bundan böyle pratik sorunlarla kendisi ilgilenecekti. Mustafa İnan da bu sorunlar hakkında sadece teorik görüşlerini bildirmekle yetiniyordu. (s.121)
Evet mekanik bir bakkal hesabı olmaktan çıkarılmalıydı; ama bir ‘vektör cebri’ durumuna da getirilmemeliydi. Bilim adamı, öğretirken, sadece kendini tatmin etmeyi düşünen bir bencil değildi. Önce temel kavramlar, bütün açıklığıyla verilmeliydi. Bazıları yeni bir şey öğrenince hemen kapalı kapılar ardında kendilerine ün kazandıracak ayrıntılı araştırmalara girişir. Herkesten önce bilim dünyasında bir yıldız gibi parlamak ister. Mustafa Hoca hemen seminerler düzenledi; insanların öğrenmeye ihtiyacı vardı ve Mustafa Hoca’da mülkiyet duygusu hiçbir alanda gelişmemişti, bildiklerine yalnız kendisi sahip olmak gibi bir hırsla yanıp tutuşmuyordu. Onun bu huyunu hemen anladılar. Herkes hocanın konferanslarına, seminerlerine koşmaya başladı. Hemen her doktora yapan asistan, başı sıkışınca hocanın yardımına başvurdu. (s. 128)
Peki, herkesin kendi derdine düştüğü bir sırada Mustafa İnan ne yapıyordu? ‘Kâmil bir insan’ olmaya çalışıyordu:
"Ekseriya, kâmil bir insan olmak için nefis kontroluna lüzum olduğundan bahsedilir," diyor bir makalesinde. "Fakat bu tabirlerden ne kastedildiği pek sarih değildir." Evet Mustafa İnan, kendi yerini ve inandığı kavramları "sarih’ olarak tayin etmek istiyordu. "Evvelâ, kontrol ne demektir?" diye devam ediyordu sözlerine. "Ve iyi nafiz kontrol nasıl yapılır? Bunlann bilinmesi icap eder ki oradan nefis kontroluna geçilsin.
"Bir sistemin kontrolundan maksat şudur:
"Evvelâ o sistemin belirli ve bilinen bir gayesi olacaktır ve o sistemi bu bilinen gayeden saptırmağa savaşan dış ve bozucu tesirler bulunacaktır. Sonradan bu bozucu kuvvetlerin tesirlerini yokedecek veya daha mütevazi tabiriyle, hafifletecek tedbirler manzumesi mevcut olacaktır."
Bu bir ‘Mukavemet’ meselesiydi; ‘Dış Kuvvetler’ ve ‘İç Kuvvetler’ problemiydi.
"Kontrol bu şekilde tarif edildikten sonra, ‘nefis kontrolü’ meselesini ele alabiliriz.
"Kâmil bir insandan ne anlıyoruz, evvelâ bunun tarifi gerekir. Bu husustaki çeşitli tarifler arasında en basit ve basit olduğu kadar şayanı dikkat olan şu tarif beni çok düşündürür:
"Sana yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma."
Mustafa İnan, insanın dış tesirlere karşı mukavemeti için prensipler arıyordu. Bir başka makalesinde de ‘zihnin işlemesini kontrol’ demek olan Yoga ile ilgileniyordu. ‘Nefis Kontrolü’ adlı makalesinde ‘Kâmil İnsan’ı şöyle tanımlıyordu:
"Yukarıdaki tarifin içinde -sana yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma- çok önemli prensipler olan tolerans, diğerkâmlık ve bir kelime ile insanlık yatar." Fakat çok da iyimser değildi Hoca:
"Bununla beraber şunu da ifade etmek yerinde olur ki, iyi ve kâmil bir insandan beklenen davranışı basit ve umumî bir formüle sokmak da kolay değildir.
"Gaye böyle tespit edildikten sonra, şimdi insanları bu gayelerinden saptırmaya gayret eden bozucu tesirleri analiz etmeğe sıra gelir."
Mustafa İnan, sistemde bir ‘Denge’ olduğuna inanıyordu; ona göre bütün problem, bu dengeyi yaratan iç ve dış kuvvetlerin ‘Analiz’i ile, nefis kontrolü sisteminin işleyiş prensiplerini bulmaktı:
"Saptırıcı tesirleri tartmak ve nefsin gayeden ne kadar ayrıldığını tespit etmek gerekir. Buna ‘ nefis muhasebesi’ denir. Her an bu yapılmadıkça iyi bir kontrol yapmak kabil değildir."
Profesör, okuduğu yazıdan başını kaldırdı; "Görüyor musun?" Sonra durdu; düşündü: "Hayır, görmüyorsun." Genç adam şaşırdı: "Nedir görmediğim?" "Hepimizin yabancısı olduğumuz bir şeyi görmüyorsun. Evet, bu sözleri çok basit olarak nitelendirmek kolaydır. Evet, ‘Nefis Muhasebesi’ aslında beylik bir deyimdir. Fakat, ‘İnsanın kendisiyle hesaplaşması’ diyebileceğimiz bu işe insanlarımız nedense henüz girişmemektedir. Mustafa, Tsasit ve basit olduğu kadar şayanı dikkat’ meselelerin özünü çok iyi kavramıştı bence. Şu Teknik Mekanik’ten biraz fırsat bulsaydı, birçok yazarımıza, sonradan unutsalar da, oldukça esaslı şeyler öğretebilirdi ve onlar da 'Yüzyıllardır Neden İlerleyemiyoruz?’ ya da ‘Batılılaşmanın Neresindeyiz?' gibi sorular sormaktan vazgeçerlerdi belki. Başkalarıyla hesaplaşmaktan, kendileriyle hesaplaşmaya vakitleri kalmıyor ki."
Mustafa İnan, kendisiyle hesaplaşmasını zor yıllarda bile Sürdürdü. Başkalarıyla hesaplaşmaya da hiç girişmedi; çünkü 'hikmet sahibi’ idi. Türk toplumunun da, ‘kapalı bir sistem’ içinde kaldıkça kendisiyle hesaplaşmaya girişemeyeceğini biliyordu. Nitekim, bu görüşünü, ‘Nefis Kontrolü’ kavramı içinde şöyle belirtiyordu:
"Saptırıcı kuvvetlere karşı tedbir almadan önce, kontrolün ne şekilde tatbik edileceğinden, yani metodundan bahsetmek yerinde olur. Kontrol usullerinden biri olan ve ‘Kapalı Sistem’ adıyla anılan bu usulde esas takip edilen yol, saptırıcı tesirleri sisteme ulaşmadan bloke etmektir; diğer bir deyimle sistemin tecridi demektir. Bu usul, nafiz bir kontrol usulü gibi görünürse de, basit olduğu kadar tatbiki güç olan bir yoldur. Zira hayat şartlan bu çeşit kontrolü imkânsız kılar. Fena tesirlere karşı bloke edilen sistem, yaşatıcı kaynaklardan da mahrum kaldığı için boğulur. Aynca, nefis kontrolunda bozucu tesirlerin yalnız dışardan gelmesi de bahis konusu değildir, zira kontrol edilecek sistem canlı bir yaratıktır, bozucu tesirler dıştan bloke edilse bile fesat içeride mevcuttur. Kalenin içten düşürülmesine benzeyen bir harp sistemi karşısında kalınır.”
İyi bir ‘Mukavemet’ hocası olarak Mustafa İnan, dış kuvvetler kadar, iç kuvvetleri de hesaba katıyordu. Hayat şartlarının böyle kapalı sistemleri yaşatmayacağını biliyordu. Bunu teoriden olduğu kadar pratikten de biliyordu. İnsan ancak ‘açık sistem’Ie gelişecekti:
"Kontrolün diğer bir usulü daha vardır. Buna ‘açık sistem’ admı veriyoruz. Burada sistem her çeşit tesirlere açık bulunmakla beraber silâhlanmış bir vaziyettedir, gelecek bozucu tesirlere karşı koyacak tedbirleri vardır demektir, bu tarz kontrol daha elâstiki ve daha mütekâmildir."
Mustafa Hoca, ‘Elastik’ sistemleri, ‘Rijit’ sistemlere tercih ediyordu.
"Yalnız bu tarz kontrolün nafiz olabilmesi için bozucu tesirlerin tenevvürü ve şiddetine eşdeğer nisbette tedbirlerin çeşitli ve kuvvetli olmaları gerekir...
"Bunlardan birçoğu, bilhassa ‘bilgi’ nevinden olanları, kontrolda hatanın tesbitine yarar.” (s. 129-132)
Mustafa Bey’in arkadaşı çoktu. Bir zamanlar ders çalıştığı eski okul arkadaşlarıyla da buluşurdu Mustafa Hoca; mühendislik yaparken başı sıkışan da Teknik Mekanik kürsüsüne koşardı. Bazen de, Hocanın sanki hiç işi yokmuş gibi, onu çağırıp akıl sorarlardı. Mustafa 'herkesin dostu’ değil mi? Başka ne işi olur? (s. 134)
Üniversiteye de çoğu zaman yürüyerek giderdi. Yolda sevdiği şiirleri ezberlermiş. (s. 143)
Mustafa İnan, koşuşmak kadar düşünmek de yorucu bir iştir, diye düşünüyordu. Düşünmek ve özellikle sağlıklı düşünmek konusunda çok düşünüyordu. Bu konuda verdiği bir konferansta şöyle diyordu:
"Düşünmek, İlmi araştırmalar sonunda sabit olmuştur ki, en çok enerji (kalori) sarf edilmesi icap eden fiziki bir olaydır. Bu enerjiyi bulamadığı için veya sarf etmek külfetine doğuştan istekli olmayan insan yavrusu ise, böyle bir işe karşı daima tembellik içindedir. Her fırsatta ondan kaçmak yolunu bulur. Onun için, düşünme sporu ile bu işe alıştırılması ve düşünme sanatını öğrenmesi gereklidir." (s. 143)
Güçsüzlüğüm yüzünden hiç spor yapamadım ve kendimi bildim bileli para sıkıntısı çektiğim için ve kendimi bildim bileli onun bunun derdine koşmakla, onu bunu çalıştırmakla uğraştığım için, belki de bilimle gönlümce uğraşamadım. Size kalırsa çok büyük işler yaptım. Bana kalırsa memleketim için daha neler yapabilirdim… Hiç unutmam bir keresinde Amerika’ya gittiğim günlerde, bu büyük ülkeyi gezerken, bir üniversitenin duvarında yüz bilim adamı için yer ayrılmış olduğunu gördüm, henüz elli bilim adamının adı yazılmıştı bu duvara, elli yer boştu yani. İstedim ki boş kalan yerlere bizim insanlarımızın da adlan yazılsın; bunu herkese söyledim, aman dedim, ne olur bu duvara adınızı yazdırmaya bakın, biraz da bunu düşünün, hep kendinizi düşünmeyin, biraz da şu cennet vatanın uğruna feda olun. (s. 145)
Teknik Üniversite öğrencileri kapalı bir yaşantı içinde yetişiyorlardı; okul bitirdikten sonra onlan çevreye yabancılaşmaktan kurtarmak gerekiyordu. Eski öğrencileri, Hocanın kendilerini yemeğe çağırmasından ve yemekten sonra da onlarla sohbet etmesinden gurur duyuyorlardı. (s. 149)
İlim adamı güdümlü bir araştırma yapamaz. İlmin gayesi gerçeği aramaktır. (s. 150)
Mühendis, her an, yaptığı işin farkında olan adamdır canım. Mühendis, tablolara cetvellere bakarak bazı sayılan oralardan alan ve bu sayılan hemen çarpıp bölmeye koyulan bir otomat değildir Düşünme tembelliği de ne kadar yaygınlaştı son günlerde: "Herkes hafızasından, hafızasının zayıf olduğundan kolaylıkla şikâyet eder, fakat asla zekâsından yakınmaz. Bilmez ki hafıza, zekânın bir unsurudur." Hoca, düşünmek sanatı üzerinde düşünürken bunlan söylüyordu. Tahsil görmek, mektepleri bitirmek de yetmiyordu bu işte:
Yahya Kemal, ‘Cehalet mükteseptir, yani tahsil ile olur,’ derdi. Bazılarımız da yalnız akla güvenir, salim bir kafa ile her şey hakkında fikir yürütüleceğini zanneder. (s. 154)
Düşünmek Mustafa Hoca’ya göre, “deruni bir konuşma”idi. Bu konuşma sessiz olduğu gibi dilsizdi de: "Burada kelimeler yerlerini kavramlara bırakır, fakat bu kavramlar da kelimelerden meydana gelir.” (s. 154)
"Aklın yanında hikmet dediğimiz yüksek bilgi kabiliyetine de yer vermek lâzımdır. Hikmet, bu âlemin olaylarına, onun üstüne çıkarak mütevazi bir şekilde bakmak, aralarındaki iç ahengi sezmek, aşk ile realitenin derinliğine nüfuz etmektir." (s. 159)
"Şu noktayı önemle belirtmek yerinde olur ki, olaylarda görülen ‘kesinlikten sapma’nın belirli bir sının mevcuttur. 'Hadiselerde kesinlik yok demek, bir nizamsızlık -bir kaos- demek değildir.
"Canlı, cansız bütün âlemdeki olaylar sınırlı bir toleransla ele alınmalıdır. Tolerans evrensel bir düşünce tarzıdır." (s. 165)
Bu sözü edilen güzellik Hocaya elli yaşlarında gelmişti. Bu ‘hikmet'in getirdiği bir güzellikti belki, olgunluğun getirdiği bir güzellikti. (s. 170)
Mustafa İnan tam karşımda oturuyordu, gülerek bana bakıyordu. Beyaz dişlerini göstererek gülümsüyordu. Allah Allah dedim, kendi kendime: bir hoca, bir rektör de güler mi? Yarıtanrılar genellikle asık suratlı olurdu; hele o tanrılar mekanik, matematik gibi çok zor şeyleri de bilirlerse. 'Rektör güler mi, diye düşünüyordum. Dekan bile gülmezdi. Değil kürsü başkanları, doçentler bile gülmezdi." Eren Omay haklıydı; belki asistanlar, ilk acemilik yıllarında biraz gülümserlerdi. Gülmek, doktorayı verdikten sonra unutulan bir eylemdi. (s. 171)
Çevresindeki insanları harekete getirmek diye bir meselesi vardı. (s. 176)
İnsanlarımızı önce düşünmeye, doğru düşünmeye sevketmek lazım. Konuştukları dili düşünsünler, kullandıkları kelimeleri düşünsünler ve her şeyden önce de bir bilimsel araştırma yaparken ne yaptıklarını, ne yapmak istediklerini, nereye varmak istediklerini düşünsünler. (s. 176)
Mustafa înan, "Peki," dedi ve hemen telefona sanldı. Bir süre konuştu, sonra hiç konuşmadan dinledi ve birden kıpkırmız' kesildi, telefonu kapadı.
"Gördün mü başıma geleni?" diyerek azarladı heyecanlı öğrencisini, "Beni de tersledi işte. Başka hocanın işine hiç karışılır mı? Telâşın yüzünden beni de şaşırttın.” "Siz bu hocanın durumunu benden mi öğrendiniz efendim?" "Hayır, ben de biliyorum; ama bak Oğuz, sen de ötekiler gibi bu 'badire’yi kolayca atlatsaydın, bu haksızlığın acısını çekmeseydin, bu mektepte olup bitenleri unutup gidecektin. Artık bu haksızlıklar bir daha aklından çıkmaz. Bunlar hafızana öyle bir yerleşir ki, günün birinde haksızlıktan ortadan kaldırmak için belki harekete bile geçersin.” Öğrencinin hafızası -Mustafa İnan’ınki kadar olmasa da- kuvvetliydi ve unutmadı. (s. 181)
Jale Hanım anlatırdı: "Yahu Jale, düşünebiliyor musun: adam samimi değil," dermiş. Mustafa için bundan büyük suç olamazdı. (s. 187)
Bilim uzun ve çetin bir yoldur çocuklar. Bilimi yarı yolda bırakmayın, olur mu çocuklar? Oppenheimer gibi hissediyorsanız, bırakın yüksek binaları başkaları yapsın, büyük barajlarda başkaları çalışsın. Bazılarına, çok uzaklardan bile görünen yüksek yapılar kurmak çekici gelecektir. Bırakınız bu işleri öyleleri yapsın. Bazıları da insanları çalıştırmak, büyük teşebbüsleri idare etmek ihtirasıyla yanarak kuvvetli olmak isteyeceklerdir. Bırakınız parayla da onlar uğraşsın. Sizin “kuvvetli’ olmak gibi bir derdiniz yoksa, siz de Leonardo Da Vinci gibi ‘Kuvvet nedir?’ diye merak ediyorsanız buyrun, sizleri Mekanik kürsüsüne beklerim. Çünkü bazılarına göre ‘Kuvvet’ para ile organizasyonun çarpımına eşittir; bize göre de kuvvet ivme ve kütleyi ilgilendiren bir büyüklüktür. Bu iki formülü birbirine karıştırmayın, kürsü ile ticarethaneyi birbirine karıştırmayın olur mu çocuklar? (s. 216 – 217)
Bir gün de Bilim Kurulu’nun Ankara’daki toplantısından çıktıktan sonra, Karpiç Lokantası’nda Süleyman Demirel’e rastlamıştık. Demirel, Mustafa İnan’ın öğrencisiydi ve hocasına da çok saygısı vardı. Yanımızdaki masada kardeşi Şevket Demirel ile oturuyordu. Bizi çağırdılar, birlikte yemeğe başladık. O günlerde Demirel, Devlet Su İşleri’nden ayrılmıştı, müteahhitlik yapıyordu. Siyasete atılacağı söyleniyordu. Mustafa Bey birden eski öğrencisine sordu: ‘Yahu Süleyman, duydum ki sen siyasete atılacakmışsın. Sakın ha. Ben seni akıllı bir adam bilirim.’ Demirel gülümsedi: "Böyle bir şeyi benden umar mısınız hocam?" (s. 231)
Onun gibi, birlikte çalıştığı kimselerin ilerlemesinden zevk duyan, başkalarıyla ilişki kurabilen, çevresini kıskanmayan bir bilim adamı ‘ekol’ kurabilir. Bence gerçek idarecilik budur. Başkalarıyla ilişki kurabilmek, yaptığınız çalışmaları başkalarının anlayabileceği biçimde ‘ifade etmekle’ mümkündür. Her bilgin, yaptığı araştırmalar sırasında, çalışmalarını başkalarının anlayacağı şekilde ifade edemez. Özellikle matematikçiler böyledir. Bilim adamı bu bakımdan dışa dönük olmalıdır, öğrencilerine her düşündüğünü söylemekten çekinmemelidir. Oysa birçok bilginin düşünce sistemine girmek zordur. Mustafa İnan, işte bu bakımdan ‘düşünen’ bir bilim adamıydı. (s. 232)
Elektronik hesap makinaları yurda girmeye başlayınca bir söylenti yayılmıştı:
Teknik adamlar artık işsiz kalacak, makina onların işlerini de yapacak, kimseye yapacak iş kalmayacak. Öyle ya, bilim ve hele matematik insan tembelliğinin en üstün sanatı değil miydi?
Fakat Mustafa İnan, daha önce bu işin Batı'daki uygulamalarını merak etmiş ve incelemişti. Meselenin esası neydi acaba?
Korkmayın, dedi sonunda. Beklediğinizin tersi olacak. Korktuğunuz başınıza gelmeyecek. Ben İsviçre’deki bir optik firmasının durumunu inceledim. Bu firmanın fabrikalarına elektronik hesap makinaları girdikten sonra teknisyenlerin sayısı azalacağına artmış.
Peki bu neden böyle oluyor? Çünkü şimdiye kadar her meseleyi çok ince eleyip sık dokuyamıyorduk; bir yerde hesaplar o kadar uzuyordu ki, bazı etkenlerin tesirlerini ihmal ederek, yok sayarak problemleri basitleştirmeye çalışıyorduk. Şimdi daha genel çözümlere gidebiliriz, elimizde makinalar var ya, her problemi daha enine boyuna inceleyebiliriz. Demek ki şimdi bizlere daha çok iş düşüyor.
Herkes sanıyordu ki bu makinalar hesapları basitleştirecek. Hayır, şimdi daha çok hesap yapmalıyız, daha esaslı hesaplar yapmalıyız, yani daha çok çalışmalıyız. Bize şimdi her zamankinden daha çok ihtiyaç var. Bizde daha çok iş var, çocuklar. (s. 235)
Kış aylarında birden hastalandı Mustafa Hoca. Karlı bir günde, karısının ısrarlarına rağmen derse gitmiş ve vasıta bulamadığı için okula kadar yürümek zorunda kalmıştı. Onu yollamak istemeyen Jale Hanım’a, "Bu iş şakaya gelmez," demişti, "Bir mühendisi iyi yetiştirmezsek, sonra felâketlerle karşılaşırız; yapılar çöker, şakası yok bunun." Sonra hemen yatağa düştü. (s. 237)
Ben aylardır hastayım, üniversitedekilerin bile vaziyetimden haberi yok. Oysa bir futbolcunun bileği incinse gazetelere kocaman başlık oluyor bu haber. (s. 239)
Yeniden yapılan tahlil de iyi çıkmadı, lökosit artmıştı. Mustafa’nın bezeleri devamlı olarak şişiyordu." Hocaya durumu sezdirmediler. Jale Hanım’a, durumunu belli etmeden yurt dışına gitmesi için kocanıza baskı yapın dedi doktorlar. Mustafa Hoca, bu baskıya karşı çıktı, olmaz dedi: burada da hastaneler var, doktorlar var. Benim gibi, ilimle uğraşan bir insan, ülkemizdeki başka ilim adamlarını nasıl hiçe sayar? Bizim doktorlarımız da onlarınkinden aşağı kalmaz. Yabancı teknisyenler bizim projelerimizi hazırlıyor diye, bizde hiç mühendis yok mu diye kıyamet koparmıyor muyuz? Ben prensiplerimi işime gelen yerde değiştiremem. Olmaz öyle şey, "Canım," diyorlardı arkadaşları. Bir hava değişimi olur; hem çoktandır esaslı bir dinlenmeye ihtiyacın var, bu havadan uzaklaş biraz." "olmaz, mukavemet kitabımı yayımlayacağım bugünlerde. Kitabın ikinci cildini de bir an önce bitirmek istiyorum. Çocuklarda acele ediyor. Haziran imtihanlarından önce yetiştirmeliyim kitabı.” (s. 240)
Batı’nın düzeni, ülkemizde alıştığımız yumuşaklıklara izin vermiyordu. Mustafa İnan da belki bu yüzden, Batı’nın düzenine, bilimine, tekniğine hayran olduğu halde, orada yaşamaya bir türlü razı olamamıştı. Toplumun sertliğini ve insanın yalnız bırakılışını bir türlü benimseyememişti. Hocanın ‘tolerans’ anlayışı onlarınkine bir türlü uymuyordu. (s. 244)
Belki de en çok, lisedeki matematik hocası Muhittin Erev üzülecekti: "Mustafa’yı doksan yıl yaşayacak sanıyordum. Ben kaldım o gitti. Başka bir şey söyleyemem.” (s. 250)
Demek insanları gerçek ve doğru biçimde yorumlamak için onların ölmelerini beklemek gerekiyordu. (s. 251)
Erdal İnönü’nün dediği gibi, her şeyden önce sanatçı olması gereken bilim adamları eski korkuları yüzünden renksiz kokusuz bir kalabalık haline geliyorlar. Durmadan satın almaktan, yani elde etmekten, yani biriktirmekten ve satın alınabilecek şeylerden söz eden ruhsuz bir kalabalık sarıyor çevremizi.” (s. 261)
Şimdi ben ne yapacağım hocam? Birçokları gibi ben de büyük şehirde kaybolup gidecek miyim? (s. 262)
Sonra özel dersanelerin yetiştirdiği yanş atlannı izlersin, aman ne hızlı koşuyorlar diye üzülürsün. Dünya bir yarıştır oğlum diyerek acele felsefeye başlarsın. (s. 262)
Ve hiçbir zaman düzen bozukluğunu mazeret göstermeyeceksin. Başansızlıklarını bozuk düzenin sırtına yüklemen belki seni ferahlatır, fakat kurtarmaz. Bunu çok iyi bileceksin. (s. 264)
Yaptıklarını beğenmeyen bir kimsenin başkalarına nasıl yararı dokunur? (s. 264)
Yok, eğer sen de acı çekme sıramı savdım, artık öğrencilerim üzülsün, asistanlarım çanta taşısın, doçentlerim olduğu yerde saysın diye hissedersen sana da, herkese de yazık olur. Hissedersen diyorum, böyle acıklı bir duruma ‘düşünme’ adını veremiyorum çünkü. (s. 265)
Öğrenciliğinde hocalar seni yanlarına bile yaklaştırmamış olabilirler; sen bütün öğrencilerinle arkadaş olmayı dene. Asistan olduğun zaman profesörün seni odasına bile yaklaştırmamış olabilir; sen bütün asistanlarını odana çağır, hatta evine çağır. Ve sana ne de olsa birilerinin bir zamanlar bir şeyler öğretmiş olduğunu düşünerek, herkese her şeyi öğretmeye çalış. Ve insanın ciddi olduğu zaman hiçbir şekilde gülünç olmadığını hiç unutma. (s. 266)
Bazı insanlara, yani öğrenmek istemeyenlere, bir yerden sonra yardım edilemez. (s. 267)
Bir Bilim Adamının Romanı: Mustafa İnan
Oğuz Atay
İletişim Yayınları
Hastane ucuzdu. Ucuz mu? Bana kalsa ertesi gün çıkardım; oysa Mustafa tutturmuştu: Birkaç gün daha yatıp dinlense olmaz mı? demişti doktora. Aman ne yapıyorsun Mustafa evde de dinlenirim. Doktor çıkınca azarladı kocasını: Mustafa paramız yetmez biliyorsun, bugün çıkmalıyım. Başını önüne eğdi, param yok dedi. Nasıl olur? Canım birlikte hesaplamadık mı? Otuz lirayı bu iş için ayırmadık mı?
Sabah ablam geldi, disçiye götürmek gerekti onu. Dişçi tanıdıktı, elbette para almamıştı; ama ablasının çocukları da vardı yanların da, önce öğle yemeği, sonra yol masrafları... Elbette ben verecektim paraları, erkek olduğum için. Sonunda hastane parasının altından girip üstünden çıkmışlardı. Üzülme demişti Mustafa; bugün cumartesi. Pazartesi günü birinden borç bulurum. Sen iki gün daha dinlen. Devlet hastanesi ne de olsa, ucuz.
Pazartesi günü Doçent Doktor Mustafa İnan, Profesör Salih Murat Uzdilek'ten otuz beş lira borç alarak karısını hastaneden çıkardı. (s. 17)
Bilimle ilgileneceksen bunu bilime yakışır bir biçimde yapmalıyız. İnsanların yaşantılarında dedikodunun ötesinde bir şeyler bulmaya çalışmalıyız, değil mi? (s. 18)
Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde çalışan eski öğrencileri elektronik hesap makineleriyle ilgili pratik bilgileri öğretmek üzere İstanbul’a gelerek konferanslar verdikleri zaman, eski öğrencilerinin en heyecanlı öğrencisi gene Mustafa Hoca idi. (s.20)
Bir kürsü arkadaşının dediği gibi, elektronik hesap makinesinin üniversiteye girmesine ‘çocuk gibi’ seviniyordu. "İşte bu heyecanı ve sevinci anlatabilirsem," dedi profesör "Mustafa İnan’ı sana biraz olsun tanıtmış sayarım kendimi." (s. 21)
Öğrencilerinin ilerde kendisini geçeceğinden korkmazdı Mustafa. Bazı hocalar bu endişeyle yaşarlar. İşte belki de bu yüzden en yetenekli öğrencileri Mustafa İnan’ın çevresinde toplandı ve onun tatbiki mekanik dalında bir ‘ekol’ kurmasına yol açtılar. (s. 21)
Mustafa İnan’ın öğretmenliğe ne zaman başladığını belirtmek çok zordur. Onun ‘eşsiz hocalığı’ belki de ortaokula gittiği yıllarda başlamıştı. Öğrendiklerini hemen arkadaşlarına anlatıyordu, içinden öyle geliyordu. Bu işten heyecan duyuyordu. Arkadaşları arasında önce ağırbaşlılığı ile bir saygı uyandırdı. Sonra, onların dilinden anlıyordu, problemleri onların anlayacağı bir dille açıklamasını biliyordu. Kendi heyecanını onlara da duyuruyordu. Yıllarca sonra Teknik Üniversite’de mekanik derslerini verirken de en karmaşık problemleri bile sanki çok basit konularmış gibi anlatırken, öğrencilerini heyecanlandırmasını da biliyordu.
Genç adam başım kaldırdı: "Mekanik insanı heyecanlandırır mı?” "Hem de nasıl. Bana sorarsan, anlattıkları konularla öğrencilerinin canını sıkan hocalar, ders verirlerken kendileri de sıkılırlar." (s. 37)
Oysa Mustafa’nın derdi başkaydı: Elbette hiç çalışmadan olmaz ana. Ne yapayım, sizlere yük olmak istemiyorum; kitaplar da pahalı. Onun için sabah erkenden kalkıyordu Mustafa ve herkesten önce mektebe giderek yatılı öğrenciler kahvaltılarını bitirinceye kadar onlardan aldığı kitapları okuyordu. (s.39)
Seniha Hanım’a göre, ağır hareketli, çile çekmiş, çocukluğunu yaşamamış bir çocuktu. Oyunlara karışmazdı. "Koştuğunu bile görmedim." Çocukluğunu yaşamadığı halde hayata küskün değildi. Bütün sosyal hareketlere katılırdı. "Ev hayatının zorluklarından kimseye söz ettiğini sanmıyorum. Ketum bir insandı. Okul yıllarından çok sonra, İstanbul'da görüştüğümüz günlerde de savaş yıllarında çektiklerinden hiç söz etmezdi."(s. 42)
İş öğretmeye gelince kendine mazeret tanımazdı. Herkese, her durumda bir şeyler öğretebilirdi. (s.45)
Mustafa İnan için öğretmek vazgeçilmez bir tutkuydu. (s.45)
Peki Mustafa neden iyimserdi bu kadar? Rengi solmuş eski asker ceketiyle ve bunca ağrı sızıyla birlikte neden iyimserdi? Bütün bunların önemli olmadığını seziyordu herhalde. Başka şeylerin, meselâ matematik gibi güzellik taşıyan şeylerin önemli olduğunu, parasızlığın değil Fuzuli’nin ciddiye alınması gerektiğini düşünüyordu belki de. (s. 52)
Herkesin dostu Mustafa İnan nasıl öğretiyordu bu kadar insana? Önce onlarla dost oluyordu tabiî. Öğretmenden önce onları öğreniyordu; nasıl öğretebileceğini hesaplıyordu. Sanki öğretmiyordu onlara, onlarla sohbet edermiş gibi yapıyordu. Onunla konuşanlar, Hoca’dan bir şey öğrendiklerini çok sonra anlıyordu; ya da onların bildikleri şeyleri söylüyormuş gibi yapıyordu. "Sen zaten bilirsin," diye başlardı söze. (s. 55)
Öldükten sonra gelini olan Esin İnan’a çok yardım etti hoca. "Sen benim kızım ol, diyordu bana. İlk seminerimi hazırlarken de çalışmalarımı izledi uzaktan. Verilen uzay sisteminin içinden çıkamıyordum. Hocanın yanına gittim sonunda, bunalmıştım, ‘Bir aydır uğraşıyorum, yapamıyorum,’ dedim, 'bana yardımcı olur musunuz?’ Mustafa İnan güldü: ‘Senin bir ayda yapamadığını ben hemen nasıl yaparım? Gülüyordu. “Neden gülüyorsunuz?’ dedim. “Ne yapmak istiyorsun, amacın nedir? diye sordu. Ben hemen, ‘Eğriyi çizmek,’ diye karşılık verdim. Gene güldü: ‘Değil,’ dedi. Haklıydı Mustafa Hoca. Bir seminer hazırlamanın amacı bir eğriyi çizmek olamazdı. ‘Senin amacın, bu eğriyi çizmekle ne yarar sağlayacağını göstermektir." Mustafa İnan bunu anlatmakta genellikle çok zorluk çekiyordu: meselâ lisedeki sınıf arkadaşları derslere çalışırken amaçlarının sınıf geçmek olduğunu sanıyorlardı. (s. 57)
"Ben tıp fakültesinin ikinci sınıfına geçmiştim," diye anlatıyor Mustafa’nın eski dostu doktor Ekrem Beyazıt. Birlikte güzel günler geçirmişlerdi lisede okurken: "Onunla iki sene izcilik yaptık. Ben, boyum uzun olduğu için, bayrak taşırdım. O, benim yanımda yürürdü Kamplarda herkese yardım eder, mazeretli olsun olmasın, sevdiklerinin nöbetini tutar, bulaşıklarını yıkardı.” Evet, sözünün eriydi Mustafa. İzci ‘Daima Hazır’ olmalıdır deniliyordu, Mustafa da daima hazırdı: "O, kendi nefsinden fedakârlık eder, arkadaşlarının rahatı için çırpınırdı." diyor Ekrem Beyazıt. "Bütün lise hayatında inatçı bir baş ağrısı onu rahatsız ederdi. Buna rağmen başkalarını yardımına koşardı." (s. 60)
Büyük şehirde insana yabancı olduğunu hemen hissettirirlerdi. (s. 63)
Mustafa da bilime bir hoca olarak hizmet etmeyi düşünüyordu." Genç adam, "Herkes neden anlamaz bilime hizmet edebileceğini?" diye sordu. "Anlar da, genellikle işine gelmez. Herkes Mustafa gibi bu çağrıya karşılık vermez. Çoğu zaman çağrılmayanlar bilimin hizmetine giriyor bizde. Bilimin asıl sahiplerinin yerleri genellikle boş duruyor henüz. Bilim ordusu gerçek gönüllülerini bekliyor.' (s.66)
Efendim, bir bahçıvanın oğlu olan Gauss, daha ilkokulda okurken kendini göstermiş. Bir gün öğretmenleri yaramazlık yapan sınıfa bir ceza vermiş: Birden yüze kadar sayıları toplayıp getirin bana, demiş. Herkes hesap yapmış, sayfalar doldurmuş. Gauss birkaç dakika düşündükten sonra defterine bir satır yazıp hocaya uzatmış.
“Nasıl olur canım?" demiş öğretmen, “Senden akıllısı yok mu?” Herhalde yokmuş. Öğretmen bile bu kadar akıllı değilmiş. “Çok kolay öğretmenim,” demiş Gauss, "Birden yüze kadar sayıları düşündüm: İlk sayı bir, son sayı yüz. Toplamları 101 ediyor. Sonra, baştan ve sondan iki sayıyı düşündüm: 2 ve 99. Onların da toplamı 101. Sonra 3 ve 98, sonra 4 ve 97... hepsinin toplamı 101. Bu 101'lerden ne kadar var? Yüzün yarısı kadar. Öyleyse 100/2 ile 101'i çarparım. İstediğiniz toplam 5050 olmalı.”
Öğretmen şaşırdı; çünkü bu metod matematik dünyasında bilinmiyordu henüz. Küçuk Gauss'un bulduğu yeni bir formüldü. 100 rakamı yerine 'n' sayısı konulursa, 1’den 'n'e kadar sayıların toplam formülü çıkıyordu ortaya: n(n+1)/2. Öğretmen ertesi gün Gauss'a, bulabildiği en iyi matematik kitabını satın alarak hediye etti. (s. 69-70)
Matematiği birtakım uzun ve yorucu işlemlerden ibaret gördüğünüz için de bilim çekici gelmiyor size. Sayıların ve Eski Yunanca harflerin gerisinde canlı ilişkiler olduğunu sezemezseniz, sayılarla hayatın arasındaki ilişkiyi göremezseniz, matematik ve dolayısıyla fizik çalışmanın tek amacı sınıfı geçmek olur. (s. 70)
"Rahmetli ‘mihanik-i riyazi’ ve ‘temami-tefazuli’ hocamız Mustafa Salim Bey’in sağ eli çolaktı. Karatahtaya çıkıp ders vermek âdeti değildi. İlk sınıfa girdiği gün, 'İçinizden biri anlatsın bugünkü dersi' demişti. ‘Ben biraz rahatsızım da. Arada bir hata olursa ben düzeltirim, sonunda da mevzuyu hülâsa ederim.’ Mustafa kalktı tahtaya, meseleyi biliyordu; bir saat durmadan anlattı. Hoca da onun sözünü hiç kesmedi, yazdığı ya da söylediği hiçbir şeyi düzeltmedi. Bütün sene boyunca Mustafa anlattı, biz de not tuttuk. Sorarım size, bundan daha akıl almaz bir şey var mıdır dünyada? Bir insan hem sınıf arkadaşınız hem de hocanız olabilir mi? Böyle bir şey duyulmuş mudur?" (s. 72-73)
Mustafa İnan’ın hocaları da efendi insanlardı, öğrencilerde saygı uyandırıyorlardı. Hepsi de Mustafa'yı seviyorlardı, hepsi de iyi niyetliydi: hocalar da, öğrenciler de. Fakat hepsi bu kadardı ve iyi niyetlerle iyi eserler verilemiyordu. Tercüme birkaç kitapla ve derste anlama telâşı içinde tutulan notlarla ve her yıl tekrarlanan 'beylik' konularla ve her yıl tekrarlanan basmakalıp örneklerle mühendislik gibi ağır bir öğrenimi yürütmek çok zordu. (s. 87)
"Bunlar kolay formüllerdir. Mustafa her formülün nereden geldiğini araştırmadan içi rahat edenlerden değildi. Batılı olmak mümkün müydü? Bilimde bile bir gelenek sözkonusuydu. Bugün Batı’nın ulaşmış olduğu bilim seviyesine hayran olmak, onların birçok şeyi bize oranla daha kolay çözdüğünü görerek bu bakımdan hayranlık duymak ‘ithal malı bilim’ yapmak için yeterli bir sebep değildi. Ve birdenbire, hayranlıkla gelenek yaratılamazdı. Doğu’ya da hayran olunabilirdi: Mustafa İnan’ın hayran olduğu Ömer Hayyam, aslında bir matematikçiydi. Gelenek, hayranlıkla filan başlatılamazdı; gelenek, sabırla küçük halkaları birbirine ekleyerek yaratılabilirdi. Bu gelenek varmış gibi, hemen bilimsel dünyanın ayrıntılı derinliklerinde kaybolmakla sonuçlanan araştırmalara girişmek için vakit erkendi." (s. 89-90)
Bilime; ülkede bir ‘ekol’ kurarak hizmet etmeyi seçti. Neden daha çok araştırma yapmış gibi görünenler değil de, Mustafa İnan kalıyor geriye? Çünkü Mustafa İnan, onlardan çok daha derinlere doğru yayılmak istiyordu aslında. Ülkede bilimsel gelenek yaratmak gibi bir işe girişiyordu. Bunun için belki de yüz yıl yaşamak gerekiyordu. Olsun, Mustafa İnan da yüz yıl yaşayacaktı, belki daha fazla yaşayacaktı.” (s. 90)
Mustafa İnan, hayatının sonuna kadar böyle düşündü. Ölümünden dört yıl önce (8.10.1963) yazdığı bir makalede bunu açıkça belirtirken, meselenin evrenselliğine de değininiyordu:
"Göç edenler meselesine çok önem verilmemesini savunan diğer bir düşünce tarzını da şöyle özetlemek kabildir: ‘II. Cihan Savaşı'ndan sonra, barış konusunda, fikirlerde büyük gelişmeler oldu; Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi gibi çeşitli organizasyonlar sayesinde milletler birbirlerine daha çok yaklaştı; memleketler arasındaki sıkı sınırlar gevşedi; insanlık dünya barışında önemli ilerlemeler kaydetti. Bu sebeple bir ilim veya meslek adamının kendi yurdunda veya başka bir diyarda çalışmış olması bir problem teşkil etmemelidir; çünkü bu kimselerin, daha prodüktif olarak çalışacakları yeri seçmeleri, dünya çapında bir refah artışına hizmet olacaktır.'
"Dünya sulhu yönünden savunulan bu fikirde kanaatimizce bir çelişme mevcuttur; zira, yine II. Cihan Savaşı’ndan sonra, iyice anlaşılmıştır ki dünya yüzünde gerçek barış, ancak milletler arasında mevcut ekonomik ve kültürel seviye farklarını gidermekle kabil olacaktır. Bu fikre uygun olarak ileri seviyede olan milletler, az gelişmiş ülkelere yardımda bulunmuşlardır; ancak, seviye farkının giderilmesi, başlangıçta dış yardımdan temin edilse bile, zaman geçtikçe geri kalmış memleketler kendi imkânlarıyla kalkınmak zorundadırlar. Bu içten kalkınma mecburiyeti için de, ilme, tekniğe ve dolayısıyla onun adamlarına ihtiyaç vardır; kendi kabiliyetlerini durmadan kaybeden milletlerin, seviye farkını kapatmaları hiçbir zaman beklenemez, dolayısıyla da dünya barışına hizmet edilmiş olamaz." (s. 92-93)
Geleneksiz olunca hiçbir yere varılabileceğine inanmıyordu. (s. 93)
‘İthal malı bilim’ ile bilimsel ortamın yaratılamayacağına inanıyordu. (s. 93)
Öğrencilerin bir kısmı geçinmek için çukulata filân satarken, bir kısmı da -Mustafa İnan gibi- lise öğrencilerine ders vererek hayatlarını kazanmaya çalışıyorlardı. (s. 102)
İşler kolayca yoluna girmedi; eşya sözden anlamıyordu. Baca deliği ile borunun birleşme yerindeki hatanın bulunması kolay olmadı. Sonra perdelerin takılması yeni meseleler çıkardı. Jale Hanım böyle işlerde yalnız kalıyordu: "Perde rayının bir tarafı sarkıyordu, öteki tarafı da neredeyse düşecekti. Mustafa ise içerde, masasında çalışıyordu. Yatak odasının perdesini yapmak lâzım dediğim zaman, isteksizce yerinden kalktı ve merdivene çıkarak rayın sağlam tarafını da düşürdü. Ben içeri koştum ve başka âletler getirdim. Döndüğüm zaman Mustafa’yı gene masasının başında, kitabına dalmış bir durumda buldum. Perdeyi çoktan unutmuştu." Jale Hanım bu gibi işlerde kocasının pek yararlı olamadığını ve yararlı olamadığına çok üzüldüğünü gördü sonunda ve onu böyle konularda bir daha rahatsız etmemeye karar verdi. Bundan böyle pratik sorunlarla kendisi ilgilenecekti. Mustafa İnan da bu sorunlar hakkında sadece teorik görüşlerini bildirmekle yetiniyordu. (s.121)
Evet mekanik bir bakkal hesabı olmaktan çıkarılmalıydı; ama bir ‘vektör cebri’ durumuna da getirilmemeliydi. Bilim adamı, öğretirken, sadece kendini tatmin etmeyi düşünen bir bencil değildi. Önce temel kavramlar, bütün açıklığıyla verilmeliydi. Bazıları yeni bir şey öğrenince hemen kapalı kapılar ardında kendilerine ün kazandıracak ayrıntılı araştırmalara girişir. Herkesten önce bilim dünyasında bir yıldız gibi parlamak ister. Mustafa Hoca hemen seminerler düzenledi; insanların öğrenmeye ihtiyacı vardı ve Mustafa Hoca’da mülkiyet duygusu hiçbir alanda gelişmemişti, bildiklerine yalnız kendisi sahip olmak gibi bir hırsla yanıp tutuşmuyordu. Onun bu huyunu hemen anladılar. Herkes hocanın konferanslarına, seminerlerine koşmaya başladı. Hemen her doktora yapan asistan, başı sıkışınca hocanın yardımına başvurdu. (s. 128)
Peki, herkesin kendi derdine düştüğü bir sırada Mustafa İnan ne yapıyordu? ‘Kâmil bir insan’ olmaya çalışıyordu:
"Ekseriya, kâmil bir insan olmak için nefis kontroluna lüzum olduğundan bahsedilir," diyor bir makalesinde. "Fakat bu tabirlerden ne kastedildiği pek sarih değildir." Evet Mustafa İnan, kendi yerini ve inandığı kavramları "sarih’ olarak tayin etmek istiyordu. "Evvelâ, kontrol ne demektir?" diye devam ediyordu sözlerine. "Ve iyi nafiz kontrol nasıl yapılır? Bunlann bilinmesi icap eder ki oradan nefis kontroluna geçilsin.
"Bir sistemin kontrolundan maksat şudur:
"Evvelâ o sistemin belirli ve bilinen bir gayesi olacaktır ve o sistemi bu bilinen gayeden saptırmağa savaşan dış ve bozucu tesirler bulunacaktır. Sonradan bu bozucu kuvvetlerin tesirlerini yokedecek veya daha mütevazi tabiriyle, hafifletecek tedbirler manzumesi mevcut olacaktır."
Bu bir ‘Mukavemet’ meselesiydi; ‘Dış Kuvvetler’ ve ‘İç Kuvvetler’ problemiydi.
"Kontrol bu şekilde tarif edildikten sonra, ‘nefis kontrolü’ meselesini ele alabiliriz.
"Kâmil bir insandan ne anlıyoruz, evvelâ bunun tarifi gerekir. Bu husustaki çeşitli tarifler arasında en basit ve basit olduğu kadar şayanı dikkat olan şu tarif beni çok düşündürür:
"Sana yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma."
Mustafa İnan, insanın dış tesirlere karşı mukavemeti için prensipler arıyordu. Bir başka makalesinde de ‘zihnin işlemesini kontrol’ demek olan Yoga ile ilgileniyordu. ‘Nefis Kontrolü’ adlı makalesinde ‘Kâmil İnsan’ı şöyle tanımlıyordu:
"Yukarıdaki tarifin içinde -sana yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma- çok önemli prensipler olan tolerans, diğerkâmlık ve bir kelime ile insanlık yatar." Fakat çok da iyimser değildi Hoca:
"Bununla beraber şunu da ifade etmek yerinde olur ki, iyi ve kâmil bir insandan beklenen davranışı basit ve umumî bir formüle sokmak da kolay değildir.
"Gaye böyle tespit edildikten sonra, şimdi insanları bu gayelerinden saptırmaya gayret eden bozucu tesirleri analiz etmeğe sıra gelir."
Mustafa İnan, sistemde bir ‘Denge’ olduğuna inanıyordu; ona göre bütün problem, bu dengeyi yaratan iç ve dış kuvvetlerin ‘Analiz’i ile, nefis kontrolü sisteminin işleyiş prensiplerini bulmaktı:
"Saptırıcı tesirleri tartmak ve nefsin gayeden ne kadar ayrıldığını tespit etmek gerekir. Buna ‘ nefis muhasebesi’ denir. Her an bu yapılmadıkça iyi bir kontrol yapmak kabil değildir."
Profesör, okuduğu yazıdan başını kaldırdı; "Görüyor musun?" Sonra durdu; düşündü: "Hayır, görmüyorsun." Genç adam şaşırdı: "Nedir görmediğim?" "Hepimizin yabancısı olduğumuz bir şeyi görmüyorsun. Evet, bu sözleri çok basit olarak nitelendirmek kolaydır. Evet, ‘Nefis Muhasebesi’ aslında beylik bir deyimdir. Fakat, ‘İnsanın kendisiyle hesaplaşması’ diyebileceğimiz bu işe insanlarımız nedense henüz girişmemektedir. Mustafa, Tsasit ve basit olduğu kadar şayanı dikkat’ meselelerin özünü çok iyi kavramıştı bence. Şu Teknik Mekanik’ten biraz fırsat bulsaydı, birçok yazarımıza, sonradan unutsalar da, oldukça esaslı şeyler öğretebilirdi ve onlar da 'Yüzyıllardır Neden İlerleyemiyoruz?’ ya da ‘Batılılaşmanın Neresindeyiz?' gibi sorular sormaktan vazgeçerlerdi belki. Başkalarıyla hesaplaşmaktan, kendileriyle hesaplaşmaya vakitleri kalmıyor ki."
Mustafa İnan, kendisiyle hesaplaşmasını zor yıllarda bile Sürdürdü. Başkalarıyla hesaplaşmaya da hiç girişmedi; çünkü 'hikmet sahibi’ idi. Türk toplumunun da, ‘kapalı bir sistem’ içinde kaldıkça kendisiyle hesaplaşmaya girişemeyeceğini biliyordu. Nitekim, bu görüşünü, ‘Nefis Kontrolü’ kavramı içinde şöyle belirtiyordu:
"Saptırıcı kuvvetlere karşı tedbir almadan önce, kontrolün ne şekilde tatbik edileceğinden, yani metodundan bahsetmek yerinde olur. Kontrol usullerinden biri olan ve ‘Kapalı Sistem’ adıyla anılan bu usulde esas takip edilen yol, saptırıcı tesirleri sisteme ulaşmadan bloke etmektir; diğer bir deyimle sistemin tecridi demektir. Bu usul, nafiz bir kontrol usulü gibi görünürse de, basit olduğu kadar tatbiki güç olan bir yoldur. Zira hayat şartlan bu çeşit kontrolü imkânsız kılar. Fena tesirlere karşı bloke edilen sistem, yaşatıcı kaynaklardan da mahrum kaldığı için boğulur. Aynca, nefis kontrolunda bozucu tesirlerin yalnız dışardan gelmesi de bahis konusu değildir, zira kontrol edilecek sistem canlı bir yaratıktır, bozucu tesirler dıştan bloke edilse bile fesat içeride mevcuttur. Kalenin içten düşürülmesine benzeyen bir harp sistemi karşısında kalınır.”
İyi bir ‘Mukavemet’ hocası olarak Mustafa İnan, dış kuvvetler kadar, iç kuvvetleri de hesaba katıyordu. Hayat şartlarının böyle kapalı sistemleri yaşatmayacağını biliyordu. Bunu teoriden olduğu kadar pratikten de biliyordu. İnsan ancak ‘açık sistem’Ie gelişecekti:
"Kontrolün diğer bir usulü daha vardır. Buna ‘açık sistem’ admı veriyoruz. Burada sistem her çeşit tesirlere açık bulunmakla beraber silâhlanmış bir vaziyettedir, gelecek bozucu tesirlere karşı koyacak tedbirleri vardır demektir, bu tarz kontrol daha elâstiki ve daha mütekâmildir."
Mustafa Hoca, ‘Elastik’ sistemleri, ‘Rijit’ sistemlere tercih ediyordu.
"Yalnız bu tarz kontrolün nafiz olabilmesi için bozucu tesirlerin tenevvürü ve şiddetine eşdeğer nisbette tedbirlerin çeşitli ve kuvvetli olmaları gerekir...
"Bunlardan birçoğu, bilhassa ‘bilgi’ nevinden olanları, kontrolda hatanın tesbitine yarar.” (s. 129-132)
Mustafa Bey’in arkadaşı çoktu. Bir zamanlar ders çalıştığı eski okul arkadaşlarıyla da buluşurdu Mustafa Hoca; mühendislik yaparken başı sıkışan da Teknik Mekanik kürsüsüne koşardı. Bazen de, Hocanın sanki hiç işi yokmuş gibi, onu çağırıp akıl sorarlardı. Mustafa 'herkesin dostu’ değil mi? Başka ne işi olur? (s. 134)
Üniversiteye de çoğu zaman yürüyerek giderdi. Yolda sevdiği şiirleri ezberlermiş. (s. 143)
Mustafa İnan, koşuşmak kadar düşünmek de yorucu bir iştir, diye düşünüyordu. Düşünmek ve özellikle sağlıklı düşünmek konusunda çok düşünüyordu. Bu konuda verdiği bir konferansta şöyle diyordu:
"Düşünmek, İlmi araştırmalar sonunda sabit olmuştur ki, en çok enerji (kalori) sarf edilmesi icap eden fiziki bir olaydır. Bu enerjiyi bulamadığı için veya sarf etmek külfetine doğuştan istekli olmayan insan yavrusu ise, böyle bir işe karşı daima tembellik içindedir. Her fırsatta ondan kaçmak yolunu bulur. Onun için, düşünme sporu ile bu işe alıştırılması ve düşünme sanatını öğrenmesi gereklidir." (s. 143)
Güçsüzlüğüm yüzünden hiç spor yapamadım ve kendimi bildim bileli para sıkıntısı çektiğim için ve kendimi bildim bileli onun bunun derdine koşmakla, onu bunu çalıştırmakla uğraştığım için, belki de bilimle gönlümce uğraşamadım. Size kalırsa çok büyük işler yaptım. Bana kalırsa memleketim için daha neler yapabilirdim… Hiç unutmam bir keresinde Amerika’ya gittiğim günlerde, bu büyük ülkeyi gezerken, bir üniversitenin duvarında yüz bilim adamı için yer ayrılmış olduğunu gördüm, henüz elli bilim adamının adı yazılmıştı bu duvara, elli yer boştu yani. İstedim ki boş kalan yerlere bizim insanlarımızın da adlan yazılsın; bunu herkese söyledim, aman dedim, ne olur bu duvara adınızı yazdırmaya bakın, biraz da bunu düşünün, hep kendinizi düşünmeyin, biraz da şu cennet vatanın uğruna feda olun. (s. 145)
Teknik Üniversite öğrencileri kapalı bir yaşantı içinde yetişiyorlardı; okul bitirdikten sonra onlan çevreye yabancılaşmaktan kurtarmak gerekiyordu. Eski öğrencileri, Hocanın kendilerini yemeğe çağırmasından ve yemekten sonra da onlarla sohbet etmesinden gurur duyuyorlardı. (s. 149)
İlim adamı güdümlü bir araştırma yapamaz. İlmin gayesi gerçeği aramaktır. (s. 150)
Mühendis, her an, yaptığı işin farkında olan adamdır canım. Mühendis, tablolara cetvellere bakarak bazı sayılan oralardan alan ve bu sayılan hemen çarpıp bölmeye koyulan bir otomat değildir Düşünme tembelliği de ne kadar yaygınlaştı son günlerde: "Herkes hafızasından, hafızasının zayıf olduğundan kolaylıkla şikâyet eder, fakat asla zekâsından yakınmaz. Bilmez ki hafıza, zekânın bir unsurudur." Hoca, düşünmek sanatı üzerinde düşünürken bunlan söylüyordu. Tahsil görmek, mektepleri bitirmek de yetmiyordu bu işte:
Yahya Kemal, ‘Cehalet mükteseptir, yani tahsil ile olur,’ derdi. Bazılarımız da yalnız akla güvenir, salim bir kafa ile her şey hakkında fikir yürütüleceğini zanneder. (s. 154)
Düşünmek Mustafa Hoca’ya göre, “deruni bir konuşma”idi. Bu konuşma sessiz olduğu gibi dilsizdi de: "Burada kelimeler yerlerini kavramlara bırakır, fakat bu kavramlar da kelimelerden meydana gelir.” (s. 154)
"Aklın yanında hikmet dediğimiz yüksek bilgi kabiliyetine de yer vermek lâzımdır. Hikmet, bu âlemin olaylarına, onun üstüne çıkarak mütevazi bir şekilde bakmak, aralarındaki iç ahengi sezmek, aşk ile realitenin derinliğine nüfuz etmektir." (s. 159)
"Şu noktayı önemle belirtmek yerinde olur ki, olaylarda görülen ‘kesinlikten sapma’nın belirli bir sının mevcuttur. 'Hadiselerde kesinlik yok demek, bir nizamsızlık -bir kaos- demek değildir.
"Canlı, cansız bütün âlemdeki olaylar sınırlı bir toleransla ele alınmalıdır. Tolerans evrensel bir düşünce tarzıdır." (s. 165)
Bu sözü edilen güzellik Hocaya elli yaşlarında gelmişti. Bu ‘hikmet'in getirdiği bir güzellikti belki, olgunluğun getirdiği bir güzellikti. (s. 170)
Mustafa İnan tam karşımda oturuyordu, gülerek bana bakıyordu. Beyaz dişlerini göstererek gülümsüyordu. Allah Allah dedim, kendi kendime: bir hoca, bir rektör de güler mi? Yarıtanrılar genellikle asık suratlı olurdu; hele o tanrılar mekanik, matematik gibi çok zor şeyleri de bilirlerse. 'Rektör güler mi, diye düşünüyordum. Dekan bile gülmezdi. Değil kürsü başkanları, doçentler bile gülmezdi." Eren Omay haklıydı; belki asistanlar, ilk acemilik yıllarında biraz gülümserlerdi. Gülmek, doktorayı verdikten sonra unutulan bir eylemdi. (s. 171)
Çevresindeki insanları harekete getirmek diye bir meselesi vardı. (s. 176)
İnsanlarımızı önce düşünmeye, doğru düşünmeye sevketmek lazım. Konuştukları dili düşünsünler, kullandıkları kelimeleri düşünsünler ve her şeyden önce de bir bilimsel araştırma yaparken ne yaptıklarını, ne yapmak istediklerini, nereye varmak istediklerini düşünsünler. (s. 176)
Mustafa înan, "Peki," dedi ve hemen telefona sanldı. Bir süre konuştu, sonra hiç konuşmadan dinledi ve birden kıpkırmız' kesildi, telefonu kapadı.
"Gördün mü başıma geleni?" diyerek azarladı heyecanlı öğrencisini, "Beni de tersledi işte. Başka hocanın işine hiç karışılır mı? Telâşın yüzünden beni de şaşırttın.” "Siz bu hocanın durumunu benden mi öğrendiniz efendim?" "Hayır, ben de biliyorum; ama bak Oğuz, sen de ötekiler gibi bu 'badire’yi kolayca atlatsaydın, bu haksızlığın acısını çekmeseydin, bu mektepte olup bitenleri unutup gidecektin. Artık bu haksızlıklar bir daha aklından çıkmaz. Bunlar hafızana öyle bir yerleşir ki, günün birinde haksızlıktan ortadan kaldırmak için belki harekete bile geçersin.” Öğrencinin hafızası -Mustafa İnan’ınki kadar olmasa da- kuvvetliydi ve unutmadı. (s. 181)
Jale Hanım anlatırdı: "Yahu Jale, düşünebiliyor musun: adam samimi değil," dermiş. Mustafa için bundan büyük suç olamazdı. (s. 187)
Bilim uzun ve çetin bir yoldur çocuklar. Bilimi yarı yolda bırakmayın, olur mu çocuklar? Oppenheimer gibi hissediyorsanız, bırakın yüksek binaları başkaları yapsın, büyük barajlarda başkaları çalışsın. Bazılarına, çok uzaklardan bile görünen yüksek yapılar kurmak çekici gelecektir. Bırakınız bu işleri öyleleri yapsın. Bazıları da insanları çalıştırmak, büyük teşebbüsleri idare etmek ihtirasıyla yanarak kuvvetli olmak isteyeceklerdir. Bırakınız parayla da onlar uğraşsın. Sizin “kuvvetli’ olmak gibi bir derdiniz yoksa, siz de Leonardo Da Vinci gibi ‘Kuvvet nedir?’ diye merak ediyorsanız buyrun, sizleri Mekanik kürsüsüne beklerim. Çünkü bazılarına göre ‘Kuvvet’ para ile organizasyonun çarpımına eşittir; bize göre de kuvvet ivme ve kütleyi ilgilendiren bir büyüklüktür. Bu iki formülü birbirine karıştırmayın, kürsü ile ticarethaneyi birbirine karıştırmayın olur mu çocuklar? (s. 216 – 217)
Bir gün de Bilim Kurulu’nun Ankara’daki toplantısından çıktıktan sonra, Karpiç Lokantası’nda Süleyman Demirel’e rastlamıştık. Demirel, Mustafa İnan’ın öğrencisiydi ve hocasına da çok saygısı vardı. Yanımızdaki masada kardeşi Şevket Demirel ile oturuyordu. Bizi çağırdılar, birlikte yemeğe başladık. O günlerde Demirel, Devlet Su İşleri’nden ayrılmıştı, müteahhitlik yapıyordu. Siyasete atılacağı söyleniyordu. Mustafa Bey birden eski öğrencisine sordu: ‘Yahu Süleyman, duydum ki sen siyasete atılacakmışsın. Sakın ha. Ben seni akıllı bir adam bilirim.’ Demirel gülümsedi: "Böyle bir şeyi benden umar mısınız hocam?" (s. 231)
Onun gibi, birlikte çalıştığı kimselerin ilerlemesinden zevk duyan, başkalarıyla ilişki kurabilen, çevresini kıskanmayan bir bilim adamı ‘ekol’ kurabilir. Bence gerçek idarecilik budur. Başkalarıyla ilişki kurabilmek, yaptığınız çalışmaları başkalarının anlayabileceği biçimde ‘ifade etmekle’ mümkündür. Her bilgin, yaptığı araştırmalar sırasında, çalışmalarını başkalarının anlayacağı şekilde ifade edemez. Özellikle matematikçiler böyledir. Bilim adamı bu bakımdan dışa dönük olmalıdır, öğrencilerine her düşündüğünü söylemekten çekinmemelidir. Oysa birçok bilginin düşünce sistemine girmek zordur. Mustafa İnan, işte bu bakımdan ‘düşünen’ bir bilim adamıydı. (s. 232)
Elektronik hesap makinaları yurda girmeye başlayınca bir söylenti yayılmıştı:
Teknik adamlar artık işsiz kalacak, makina onların işlerini de yapacak, kimseye yapacak iş kalmayacak. Öyle ya, bilim ve hele matematik insan tembelliğinin en üstün sanatı değil miydi?
Fakat Mustafa İnan, daha önce bu işin Batı'daki uygulamalarını merak etmiş ve incelemişti. Meselenin esası neydi acaba?
Korkmayın, dedi sonunda. Beklediğinizin tersi olacak. Korktuğunuz başınıza gelmeyecek. Ben İsviçre’deki bir optik firmasının durumunu inceledim. Bu firmanın fabrikalarına elektronik hesap makinaları girdikten sonra teknisyenlerin sayısı azalacağına artmış.
Peki bu neden böyle oluyor? Çünkü şimdiye kadar her meseleyi çok ince eleyip sık dokuyamıyorduk; bir yerde hesaplar o kadar uzuyordu ki, bazı etkenlerin tesirlerini ihmal ederek, yok sayarak problemleri basitleştirmeye çalışıyorduk. Şimdi daha genel çözümlere gidebiliriz, elimizde makinalar var ya, her problemi daha enine boyuna inceleyebiliriz. Demek ki şimdi bizlere daha çok iş düşüyor.
Herkes sanıyordu ki bu makinalar hesapları basitleştirecek. Hayır, şimdi daha çok hesap yapmalıyız, daha esaslı hesaplar yapmalıyız, yani daha çok çalışmalıyız. Bize şimdi her zamankinden daha çok ihtiyaç var. Bizde daha çok iş var, çocuklar. (s. 235)
Kış aylarında birden hastalandı Mustafa Hoca. Karlı bir günde, karısının ısrarlarına rağmen derse gitmiş ve vasıta bulamadığı için okula kadar yürümek zorunda kalmıştı. Onu yollamak istemeyen Jale Hanım’a, "Bu iş şakaya gelmez," demişti, "Bir mühendisi iyi yetiştirmezsek, sonra felâketlerle karşılaşırız; yapılar çöker, şakası yok bunun." Sonra hemen yatağa düştü. (s. 237)
Ben aylardır hastayım, üniversitedekilerin bile vaziyetimden haberi yok. Oysa bir futbolcunun bileği incinse gazetelere kocaman başlık oluyor bu haber. (s. 239)
Yeniden yapılan tahlil de iyi çıkmadı, lökosit artmıştı. Mustafa’nın bezeleri devamlı olarak şişiyordu." Hocaya durumu sezdirmediler. Jale Hanım’a, durumunu belli etmeden yurt dışına gitmesi için kocanıza baskı yapın dedi doktorlar. Mustafa Hoca, bu baskıya karşı çıktı, olmaz dedi: burada da hastaneler var, doktorlar var. Benim gibi, ilimle uğraşan bir insan, ülkemizdeki başka ilim adamlarını nasıl hiçe sayar? Bizim doktorlarımız da onlarınkinden aşağı kalmaz. Yabancı teknisyenler bizim projelerimizi hazırlıyor diye, bizde hiç mühendis yok mu diye kıyamet koparmıyor muyuz? Ben prensiplerimi işime gelen yerde değiştiremem. Olmaz öyle şey, "Canım," diyorlardı arkadaşları. Bir hava değişimi olur; hem çoktandır esaslı bir dinlenmeye ihtiyacın var, bu havadan uzaklaş biraz." "olmaz, mukavemet kitabımı yayımlayacağım bugünlerde. Kitabın ikinci cildini de bir an önce bitirmek istiyorum. Çocuklarda acele ediyor. Haziran imtihanlarından önce yetiştirmeliyim kitabı.” (s. 240)
Batı’nın düzeni, ülkemizde alıştığımız yumuşaklıklara izin vermiyordu. Mustafa İnan da belki bu yüzden, Batı’nın düzenine, bilimine, tekniğine hayran olduğu halde, orada yaşamaya bir türlü razı olamamıştı. Toplumun sertliğini ve insanın yalnız bırakılışını bir türlü benimseyememişti. Hocanın ‘tolerans’ anlayışı onlarınkine bir türlü uymuyordu. (s. 244)
Belki de en çok, lisedeki matematik hocası Muhittin Erev üzülecekti: "Mustafa’yı doksan yıl yaşayacak sanıyordum. Ben kaldım o gitti. Başka bir şey söyleyemem.” (s. 250)
Demek insanları gerçek ve doğru biçimde yorumlamak için onların ölmelerini beklemek gerekiyordu. (s. 251)
Erdal İnönü’nün dediği gibi, her şeyden önce sanatçı olması gereken bilim adamları eski korkuları yüzünden renksiz kokusuz bir kalabalık haline geliyorlar. Durmadan satın almaktan, yani elde etmekten, yani biriktirmekten ve satın alınabilecek şeylerden söz eden ruhsuz bir kalabalık sarıyor çevremizi.” (s. 261)
Şimdi ben ne yapacağım hocam? Birçokları gibi ben de büyük şehirde kaybolup gidecek miyim? (s. 262)
Sonra özel dersanelerin yetiştirdiği yanş atlannı izlersin, aman ne hızlı koşuyorlar diye üzülürsün. Dünya bir yarıştır oğlum diyerek acele felsefeye başlarsın. (s. 262)
Ve hiçbir zaman düzen bozukluğunu mazeret göstermeyeceksin. Başansızlıklarını bozuk düzenin sırtına yüklemen belki seni ferahlatır, fakat kurtarmaz. Bunu çok iyi bileceksin. (s. 264)
Yaptıklarını beğenmeyen bir kimsenin başkalarına nasıl yararı dokunur? (s. 264)
Yok, eğer sen de acı çekme sıramı savdım, artık öğrencilerim üzülsün, asistanlarım çanta taşısın, doçentlerim olduğu yerde saysın diye hissedersen sana da, herkese de yazık olur. Hissedersen diyorum, böyle acıklı bir duruma ‘düşünme’ adını veremiyorum çünkü. (s. 265)
Öğrenciliğinde hocalar seni yanlarına bile yaklaştırmamış olabilirler; sen bütün öğrencilerinle arkadaş olmayı dene. Asistan olduğun zaman profesörün seni odasına bile yaklaştırmamış olabilir; sen bütün asistanlarını odana çağır, hatta evine çağır. Ve sana ne de olsa birilerinin bir zamanlar bir şeyler öğretmiş olduğunu düşünerek, herkese her şeyi öğretmeye çalış. Ve insanın ciddi olduğu zaman hiçbir şekilde gülünç olmadığını hiç unutma. (s. 266)
Bazı insanlara, yani öğrenmek istemeyenlere, bir yerden sonra yardım edilemez. (s. 267)
Bir Bilim Adamının Romanı: Mustafa İnan
Oğuz Atay
İletişim Yayınları
Yorumlar