Şeyh-i Ekber’in Kaleminden Bir Sûfi’nin Portresi

Dr. Ali Vasfi Kurt’un kitaba yazdığı önsözden:

Şeyh-i Ekber’in bu eserinin önemine gelince: üçüncü asrın en büyük sufilerinden olan Zunnûn gibi gizli bir yıldızın, yine yedinci asrın en büyük sufisi olan İbn Arabi tarafından, gerçekte bir süpernova (el-Kevkebu’d-Durrî) olduğu keşfedilerek mercek altına alınması ve ince ayrıntılarıyla kendi yorum ve tecrübelerini de ekleyerek menakıbının yazılması, bilebildiğim kadarıyla İslam Tasavvuf Tarihinde ilktir. İbn Arabi, bu eseri meydana getirmiş olduğu kitabi ve şifahi kaynaklarda bulduğu menkıbelerin ve sözlerin hepsini aktarmamış, aksine çok özgün bir seçme yapmış ve gerek duyduğu yerlerde kısa ve uzun açıklamalarda bulunmuştur. Kevkeb’in de en önemli ve orijinal olan yönü de zaten burasıdır.

Menakıp kitapları “Salihler anıldığında ilahi rahmet nüzul eder.” fehvasınca, ehlullulah neş’esini tadan, sufi zevkini meşrep edinen, muhibbi olan ve ayrıca bu alanda araştırma yapan uzmanların yastık kitapları mesabesinde olan eserlerdir.

Nitekim Feriduddin-i Atar, Tezkiratu’l-Evliya’sının Giriş’inde şöyle der:

“Erenlerin sözünü işidenin gönlü ruşen olur. Himmetlerini kavi eder. Şeytan vesvesesini ve dünya hırsını ve muhabbetini kalbinden çıkarır.. Ben miskin küçük yaşımdan beri bu taifeye muhib idim. Sözlerini işidicek cânım sevinirdi. Bunların sözleriyle gönlümün pasını açıp saykal kılardım. Şimdiki zamanda gerçekler gaib olup, yalancı müddeiler baş kaldırıptır. Gönül ehli kızıl kibrit gibi aziz oluptur.”


İbn Arabi'nin kitaba yazdığı önsözden:

“Onların anılmasıyla inen rahmet ise iliklerde müşahede edilir ve etkileri de dışarılardan zuhur eder. Bu rahmet, onların ailelerinden ve memleketlerinden ayrılmaları; sahillerde, çöllerde, yollarda ve vadi içlerinde, dağlarda ve tepelerde yaşamaları; dünya ve dünya ile ilgili haberlerle ilişkilerini kesmeleri sebebiyle; onlar anıldıklarında, haberleri aktarıldığında; Allah ile olan halleri, söyleşmeleriyle, ünsiyetleriyle ve halvetleriyle kanıtlandığında; insanın içinde hissettiği incelik ve gönül kırıklığıdır. İşte bu anma esnasında, dinleyenlerin gönüllerinde Rablerine karşı bir hasret duyulur, üns yaygısında, O’nunla söyleşmenin ve O’nunla tek kalmanın lezzeti hissedilir. Allah’ın onlar için seçmiş olduğu güzel hallere ulaşma arzusuyla; ağlamaktan gözleri yaşarır ve bu kutsal ve eşsiz özelliklerin kalplerinde tecelli etmesine sevinirler. İşte bunların hepsi, onlar anıldıklarında Allah katından gönüllere indirilmiş olan rahmettir. Topluluğun anılmasındaki rahmet, kimin nefsine inmişse; anmanın bitmesiyle nefislerindeki rahmet de yok olur gider. Fakat bu rahmet kimin gönlüne inmişse, orada sabit kalır, yerleşir ve o kişide, Allah onlardan razı olsun, onların zümresine dahil olur.”

* * *

Allah Dostları hakkında Zunnûn-i Mısrî şöyle buyurmaktadır:

Onlar tek başına kaldıklarında, ağlayanlardandırlar. Kendileriyle ilişki kurulduğunda ise, son derece utangaç oldukları görülür. Öğrenildiklerinde (konuştuklarında), hikmet ehli oldukları anlaşılır. Kendilerine bir şey sorulduğunda, ilim ehli oldukları fark edilir. Cehaletle küçümsendiklerinde, tepkileri hilim erbabınınki gibidir.

Onları fark ettiğinde, sanki utancından içeri kaçan bakirelermiş gibi olduklarını sanırsın. Onların gönüllerindeki mahabbet, üzerlerinde nurun parıldadığı suretlerin güzelliği ile harekete geçmektedir. Kalplerinin üzeri açıldığında, onların kalplerinin yumuşak ve kırık, zikirle nurlu, sevgili ile söyleşmekle mamur olduğunu görürsün. Kalplerini O’ndan gayrısıyla meşgul etmezler. O’ndan başkasının etrafında da dolaşmazlar. Allah mahabbeti, sadırlarını doldurduğundan, O’ndan başkalarının ve üns ehli olmayanların kelamına iştahları yoktur. Çünkü, Allah ile söyleşmede gerçek lezzet vardır.

Gerçek ve sâdık kardeşler, hayâlı, vekarlı, vera’lı, takvalı, marifet ehli ve dindar olanlar; vadileri, çöllerde kaybolmadan aşmışlar, hiçbir zaman Hak’tan ayrılmadan, yaygın ahlaki bozulma ve çürümeye sabırla göğüs germişler, ve batıl karşısında daima Hakk’a sığınmışlardır. Ve onlara delili (el-hucce) Hak açıklamış ve gerçek yolu da O göstermiştir. Böylece onlar, tehlikeli yolları reddetmişler ve yolların en iyisine suluk etmişlerdir.

Yüryüzünün direkleri (el-Evtâd) işte bunlardır. Onların (varlığı ve duaları) sebebiyle, ilahi bağışlar dağıtılır, (maddi-manevi) fetihler olur, (yağmur ve rahmet) bulutları oluşur, (yeryüzündeki) azab kalkar ve tüm mahlûkat (yaşam nedeni olan) suya kavuşur. Allah’ın rahmeti hem bizlerin hem de onların üzerine olsun! (s. 88 – 89)

* * *

Zunnûn-i Mısrî Hazretlerinin bazı sözlerinden:

Asla kendine kendinle yardım etmeye kalkma ki, Allah seni nefsinle baş başa bırakmasın (s.84)

* * *

Kendimi hem günah, hem de nimet içinde buluyorum. Fakat günaha istiğfar mı edeceğim; yoksa nimete şükür mü edeceğimi bilemiyorum. (s.100)

* * *

Ben susuzluk hissederim. Zikre sığınırım. Ve hararetimi söndürürüm. Şayet bu olmazsa, Rabbımın huzurunda bir an bile durmaya cesaret edemem. (s.102)

* * *

Bedenin hastalığı açlıklarda, kalplerin hastalığı ise günahlardadır. Hasta bir vücut nasıl yemeğin lezzetini alamazsa, aynı şekilde günahlara dalmış bir kalp de ibadetlerin halâvetini hissedemez. (s. 132)

* * *

Allah’ın öyle kulları vardır ki; daha önce azabından korkarak günah işlemezlerken, şimdi O’nun cömertliğinden utanarak günahı terk etmişlerdir. (s. 164)

* * *

Hayat, salih insanlarla arkadaşlıkla tatlılaşır. Hayır, salih bir arkadaşta toplanmıştır. Unuttuğunda hatırlatır. Hatırladığında, sana yardımcı olur (s. 166)

* * *

Senin Allah'a hüsn-ü zan besleyip de, Allah'ın sana iyilikle muamele etmemesi hiç mümkün değildir. (s. 172)

* * *

Kul, korktuğunda O’nunla ünsiyete geçer. Günahları işlemeye devam eden kişinin, Sevgilinin kapısından da uzaklaştırıldığını biliyor musunuz? (s. 174)

* * *

Mahabbet ehli birinin gözü, sevdiğinin mülkünde bulunan hangi şeye değerse, orada sevgilisinin sevgisi mevcuttur (s. 175)

* * *

Üç şey Allah'a hüsn-ü zan alametidir:

* Tökezledikten sonra, kalpte bulunan metanet
* Hataya düştükten sonra, geniş bir umut
* İçten bir pişmanlıkla, karamsarlığı red. (s. 177)

* * *

Allah için sevgi geneldir. Allah için yürekten bağlılık ise özeldir. Çünkü her mümin O’nun sevgisinin tadını almıştır ve ona ulaşmıştır. Halbuki her mümin O’na yürekten bağlılığa ulaşamamıştır (s. 181)

* * *

Zunnûn’a şöyle soruldu: 

“Bize ne oluyor ki nafilelere güç yetiremiyoruz?”

Zunnûn şöyle cevap verdi:

“Çünkü sizler, farzları henüz sağlıklı ve doğru bir biçimde yapamıyorsunuz.” (s.193)

* * *

Arifin arkadaşlığı, Allah’ın dostluğu ve ahbaplığı gibidir; Allah’ın eşsiz sıfatları kendisinde tecelli ettiği için, (kendisi yük olmadan) senin sıkıntılarına katlanır, yükünü taşır ve sana karşı hoş görülüdür (s. 199)

* * *

Allah’ı en fazla arif olan kişi, Allah konusunda hayreti en şiddetli olan kişidir. (s.204)

* * *

İnsanların çoğu sebep-sonuç ilişkisinin peşine düştüler; sıddîklar ise, sebeplerin Sahibiyle ilişki kurmanın yoluna koyuldular. (s. 229)

* * *

Onlar Kur’an’ı, gönüllerin en üstüne yerleştirdiler ve onunla teselli buldular. Onlar Kur’an’ı sadırlarına yapıştırdılar ve onunla huzur buldular. Arzuları onunla yatıştı ve gayrete geldi. Kur’an’ı, kendi zulmetleri için kandil; uykuları için yatak; yolları için izi belli bir yön; hüccetleri için kesin bir zafer olarak gördüler. (s. 258)

* * *

Allah, mahabbetinden her tarafa yayılan nûru onlara elbise olarak giydirmiştir. (s. 261)

* * *

Allah’ın öyle kulları vardır ki, Allah onların gönüllerini sırf Kendi mahabbetinin saf suyu ile doldurmuştur. Ruhlarını ise, Kendisini görme iştiyakıyla allak bullak etmiştir. (s. 264)

* * *

Arifin gönlü, Allah’a kavuşma isteğinde, rüzgârlardan ve fırtınalardan daha süratlidir. (s. 373)

* * *

Biliniz ki, Allah için seven kişiye, Allah için, başkalarını kendisine tercih etmek ağır gelmez. Çünkü onun katında, Allah’tan daha üstün bir şey yoktur. (s. 374)

* * *

Allah’ın (c.c.) hoşlanmadığı şeyleri yapıp dururken, kendinin hoşuna giden şeyler Allah’tan (c.c.) istemekten utan! (s. 378)

* * *

Allah bu topluluğun ruhlarını umutlarla sulamıştır

Gece yarısı, Zunnûn’un mescidinin ortasında uyuyordum. Zunnûn’un şu şiiri okuduğunu işittim:

Kaçırdı uykumu sevgin, arttı hastalık kalbimde
Gizledim onu, gönlümde ve içimde gizlensin diye
Fâş etme ne olur, sırrımdaki elbiseni ikram olarak
Kaybettim kendimi, döndür efendim, ikram olarak

Sonra şöyle dedi:

Allah bu topluluğun ruhlarını umutlarla sulamıştır. Eğer onlar Allah’ı zikrederlerse, kendi nefislerini unuturlar ve Allah’tan başka hiçbir şeyi hatırlamazlar.

Sonra şu sözlerle devam etti:

Onlar, Allah’a yemin olsun ki…
Seçildiler, arındılar ve temizlenenlerden oldular, murâttır çünkü onlar;
Kadri en yüce bir mertebede, Allah’ın hayat bahşedici rahmetiyle yaşadılar. (s. 101)

Keramet

Bir gün Zunnun’un huzurunda bulunuyorduk. Zunnun, evliyaullah’a Allah’ın ikram ettiği kerametlerden bahsetmişti.

Huzurunda bulunanlardan birisi şöyle sordu:

“Sen, onlardan birisini gördün mü? Ey Ebu’l-Feyz!”

Bunun üzerine Zunnun şöyle dedi:

Yanımda Horasanlı acem bir genç vardı. Yedi gün, mescitte yemek yemeden, yanımda kaldı. Halbuki kendisine sunmuş olduğum yemekleri de reddediyordu. Biz böyle oturuyorken, bir gün, bir şeyler isteyen dilenci yanımıza geldi.

Bunun üzerine Horasanlı, dilenciye şöyle dedi:

“Eğer mahlûkattan değil de Allah’tan isteseydin, Allah seni hiçbir kimseye muhtaç etmezdi.”

Dilenci ona şöyle cevap verdi:

“Burada bana ait bir şey yok ki!”

Horasanlı ona şöyle dedi:

“Ne istiyorsun?”

Dilenci şöyle cevap verdi:

“Ben, açlığımı giderecek ve üzerime giyinecek bir şey istiyorum.”

Horasanlı delikanlı kalktı, mescitte iki rekat namaz kıldı. Ve yeni bir elbise ve içinde meyve dolu bir tabakla geri döndü. Ve onları dilenciye verdi.

Zunnun şöyle devam etti:

“Ey Abdullah! Senin Allah (c.c.) katında bu derece itibarın vardı da, yedi gündür niçin hiçbir şey yemedin?”

Bunun üzerine genç dizleri üstüne çöktü ve şöyle dedi:

“Ey Ebu’l-Feyz! Kalpler O’nun rızasıyla dolup taştığı halde, diller nasıl dilenmeye yüz bulabilir ki?”

Zunnun şöyle ekledi:

“O halde razı olanlar hiçbir şey isteyemezler mi?”

Delikanlı şöyle cevap verdi:

“Bazısı, (O’nun ikramı ve cömertliğine) delil olsun diye ister. Bazılarının içini, Allah, zenginlikle doldurmuştur. Onlardan bir kısmı ise, Allah’tan istenen şeyi (kendisine değil de) başkasına bağışlamak ister”

Sonra ezan okundu, o da bizimle yatsı namazını kıldı, deriden su tulumunu aldı ve sanki abdest alacakmış gibi mescitten çıktı. Bir daha onu hiç göremedim. (s. 284–285)

Yağmur Duası

Zunnun, Mısır’da yağmur duasına çıkmıştı. Cüzzamdan elleri ve ayakları kesilmiş felçli birisinden yardım istedi. Ve ondan yağmur duası yapmasını istedi. Felçli kişi, göğe baktı ve güldü. Sonra şöyle dedi:

“Dün akşam, aramızda olan yakınlıkla (Sana başvuruyorum)!”

Sonra şu kelimelerle Allah’a yalvardı:

“Ey Tanrım! Yarattın, rızıklandırdın ve beni setrettin
Ve kullarından fazlınla lütfederek beni zengin ettin
Hastalandığımda şifa verdin; dua ettiğimde icabet ettin
Kaçtığımda geri çevirdin; sendelediğimde kaldırdın
İsyan ettiğimde merhamet ettin, itaat ettiğimde mükâfat verdin
Ey Efendim! Benden razı ol! Mademki beni razı ettin.”

Sonra şöyle dedi:

“Ey Zunnun! Gerçek şu ki Allah (c.c), uzuvların amelini değil, kalplerin yakınlığını istemektedir.”

Zunnun şöyle dedi:

“Bunun üzerine, kırbaların ağzından boşanır gibi yağmur yağdı.” (s. 287)

Kaldır Başını ve Bir Bak

İsrailoğullarının çölünde (Paran Çölü, et-Tih) bulunuyordum. Hacca gitmek istiyordum. Yolda, henüz sakalları bile çıkmamış bir gencin, Beyt-i Atîk’e doğru, azıksız ve bineksiz bir biçimde yürüdüğünü gördüm.

Yanımdaki arkadaşıma dedim ki:

“İnnâ lillah! Eğer bu çocuk yakîne ermişse iyi fakat değilse helak olur.”

Ve onun yanına vardım, şöyle dedim:

“Ey delikanlı!”

Şöyle cevap verdi:

“Hizmetindeyim (lebbeyke).”

Şöyle sordum:

“Böyle bir yerde, bu vakitte, azıksız ve bineksiz olunur mu?”

Bana bir nazar etti ve şöyle dedi:

“Ya Şeyh! Kaldır başını ve bir bak! Acaba O’ndan başkasını görecek misin?”

Ben de ona şöyle dedim:

“Sevgili dostum! Dilediğin yere git!” (s. 315)

İsm-i Azam

İnsanlar Zunnun’un yanından ayrılınca, az bir süre yürümüştü ki ben hemen ona yapıştım ve şöyle dedim:

“Sende, Allah’ın İsm-i Azamı’nın bulunduğunu tahmin ediyorum!”

Bana dedi ki:

“Be adam! Benden uzak ol!”

Ben de şöyle dedim:

“Bana onu öğretmeden, senden ayrılmayacağım!”

Bana şöyle dedi:

“Be adam! Gönlün yumuşadığında, dilediğin isimle dua et! İşte o Allah’ın ismidir.”

Şeyh-i Ekber’in yorumu:

Bana arkadaşlarımızdan birisi, tanıdığımız ve karşılaştığım memleketlimiz ve keramet ehli biri olan Ahmed b. Seydebûn denilen Endülüs’ün doğusundaki Vâdî Aştlı bir şeyhin şöyle dediğini haber verdi:

“Onun huzurunda idim ve ona şöyle dedim:

‘Allah’ın İsm-i Azam’ı nedir?’

Yerden biraz toprak aldı ve hiçbir söz söylemeden onları üzerime saçtı. Ben de bu hareketinden anladım ki, kul sâdık olur ve kemale ererek olgunlaşırsa, İsm-i Azam odur.”

Aynen böyle bir cevap Ebû Yezîd el-Bistami’den de rivayet edilmiştir. O şöyle demiştir:

“Bize (Allah’ın) en küçük ismini gösterin ki, ben de size en büyüğünü göstereyim!”

Böylece onları azarladı ve şöyle devam etti:

“Allah’ın isimlerinin hepsi büyüktür. O halde sen sadık ol ve ardından dilediğin ismi al!” (s. 386)




İbn Arabi, Şeyh-i Ekber’in Kaleminden Bir Sûfi’nin Portresi – Zunnûn-i Mısrî, Çev: Dr. Ali Vasfi Kurt, Gelenek Yayıncılık

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kibrit-i Ahmer'in Peşinde

Râvi

Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti