Şeyh-i Ekber’in Kaleminden Bir Sûfi’nin Portresi
Şeyh-i Ekber’in bu eserinin önemine gelince: üçüncü asrın en büyük sufilerinden olan Zunnûn gibi gizli bir yıldızın, yine yedinci asrın en büyük sufisi olan İbn Arabi tarafından, gerçekte bir süpernova (el-Kevkebu’d-Durrî) olduğu keşfedilerek mercek altına alınması ve ince ayrıntılarıyla kendi yorum ve tecrübelerini de ekleyerek menakıbının yazılması, bilebildiğim kadarıyla İslam Tasavvuf Tarihinde ilktir. İbn Arabi, bu eseri meydana getirmiş olduğu kitabi ve şifahi kaynaklarda bulduğu menkıbelerin ve sözlerin hepsini aktarmamış, aksine çok özgün bir seçme yapmış ve gerek duyduğu yerlerde kısa ve uzun açıklamalarda bulunmuştur. Kevkeb’in de en önemli ve orijinal olan yönü de zaten burasıdır.
Menakıp kitapları “Salihler anıldığında ilahi rahmet nüzul eder.” fehvasınca, ehlullulah neş’esini tadan, sufi zevkini meşrep edinen, muhibbi olan ve ayrıca bu alanda araştırma yapan uzmanların yastık kitapları mesabesinde olan eserlerdir.
Nitekim Feriduddin-i Atar, Tezkiratu’l-Evliya’sının Giriş’inde şöyle der:
“Erenlerin sözünü işidenin gönlü ruşen olur. Himmetlerini kavi eder. Şeytan vesvesesini ve dünya hırsını ve muhabbetini kalbinden çıkarır.. Ben miskin küçük yaşımdan beri bu taifeye muhib idim. Sözlerini işidicek cânım sevinirdi. Bunların sözleriyle gönlümün pasını açıp saykal kılardım. Şimdiki zamanda gerçekler gaib olup, yalancı müddeiler baş kaldırıptır. Gönül ehli kızıl kibrit gibi aziz oluptur.”
İbn Arabi'nin kitaba yazdığı önsözden:
“Onların anılmasıyla inen rahmet ise iliklerde müşahede edilir ve etkileri de dışarılardan zuhur eder. Bu rahmet, onların ailelerinden ve memleketlerinden ayrılmaları; sahillerde, çöllerde, yollarda ve vadi içlerinde, dağlarda ve tepelerde yaşamaları; dünya ve dünya ile ilgili haberlerle ilişkilerini kesmeleri sebebiyle; onlar anıldıklarında, haberleri aktarıldığında; Allah ile olan halleri, söyleşmeleriyle, ünsiyetleriyle ve halvetleriyle kanıtlandığında; insanın içinde hissettiği incelik ve gönül kırıklığıdır. İşte bu anma esnasında, dinleyenlerin gönüllerinde Rablerine karşı bir hasret duyulur, üns yaygısında, O’nunla söyleşmenin ve O’nunla tek kalmanın lezzeti hissedilir. Allah’ın onlar için seçmiş olduğu güzel hallere ulaşma arzusuyla; ağlamaktan gözleri yaşarır ve bu kutsal ve eşsiz özelliklerin kalplerinde tecelli etmesine sevinirler. İşte bunların hepsi, onlar anıldıklarında Allah katından gönüllere indirilmiş olan rahmettir. Topluluğun anılmasındaki rahmet, kimin nefsine inmişse; anmanın bitmesiyle nefislerindeki rahmet de yok olur gider. Fakat bu rahmet kimin gönlüne inmişse, orada sabit kalır, yerleşir ve o kişide, Allah onlardan razı olsun, onların zümresine dahil olur.”
* * *
Allah Dostları hakkında Zunnûn-i Mısrî şöyle buyurmaktadır:
Onlar tek başına kaldıklarında, ağlayanlardandırlar. Kendileriyle ilişki kurulduğunda ise, son derece utangaç oldukları görülür. Öğrenildiklerinde (konuştuklarında), hikmet ehli oldukları anlaşılır. Kendilerine bir şey sorulduğunda, ilim ehli oldukları fark edilir. Cehaletle küçümsendiklerinde, tepkileri hilim erbabınınki gibidir.
Onları fark ettiğinde, sanki utancından içeri kaçan bakirelermiş gibi olduklarını sanırsın. Onların gönüllerindeki mahabbet, üzerlerinde nurun parıldadığı suretlerin güzelliği ile harekete geçmektedir. Kalplerinin üzeri açıldığında, onların kalplerinin yumuşak ve kırık, zikirle nurlu, sevgili ile söyleşmekle mamur olduğunu görürsün. Kalplerini O’ndan gayrısıyla meşgul etmezler. O’ndan başkasının etrafında da dolaşmazlar. Allah mahabbeti, sadırlarını doldurduğundan, O’ndan başkalarının ve üns ehli olmayanların kelamına iştahları yoktur. Çünkü, Allah ile söyleşmede gerçek lezzet vardır.
Gerçek ve sâdık kardeşler, hayâlı, vekarlı, vera’lı, takvalı, marifet ehli ve dindar olanlar; vadileri, çöllerde kaybolmadan aşmışlar, hiçbir zaman Hak’tan ayrılmadan, yaygın ahlaki bozulma ve çürümeye sabırla göğüs germişler, ve batıl karşısında daima Hakk’a sığınmışlardır. Ve onlara delili (el-hucce) Hak açıklamış ve gerçek yolu da O göstermiştir. Böylece onlar, tehlikeli yolları reddetmişler ve yolların en iyisine suluk etmişlerdir.
Yüryüzünün direkleri (el-Evtâd) işte bunlardır. Onların (varlığı ve duaları) sebebiyle, ilahi bağışlar dağıtılır, (maddi-manevi) fetihler olur, (yağmur ve rahmet) bulutları oluşur, (yeryüzündeki) azab kalkar ve tüm mahlûkat (yaşam nedeni olan) suya kavuşur. Allah’ın rahmeti hem bizlerin hem de onların üzerine olsun! (s. 88 – 89)
* * *
Zunnûn-i Mısrî Hazretlerinin bazı sözlerinden:
Asla
kendine kendinle yardım etmeye kalkma ki, Allah seni nefsinle baş başa
bırakmasın (s.84)
* * *
Kendimi
hem günah, hem de nimet içinde buluyorum. Fakat günaha istiğfar mı edeceğim;
yoksa nimete şükür mü edeceğimi bilemiyorum. (s.100)
* * *
Ben
susuzluk hissederim. Zikre sığınırım. Ve hararetimi söndürürüm. Şayet bu
olmazsa, Rabbımın huzurunda bir an bile durmaya cesaret edemem. (s.102)
* * *
Bedenin
hastalığı açlıklarda, kalplerin hastalığı ise günahlardadır. Hasta bir vücut
nasıl yemeğin lezzetini alamazsa, aynı şekilde günahlara dalmış bir kalp de
ibadetlerin halâvetini hissedemez. (s. 132)
* * *
Allah’ın
öyle kulları vardır ki; daha önce azabından korkarak günah işlemezlerken, şimdi
O’nun cömertliğinden utanarak günahı terk etmişlerdir. (s. 164)
* * *
Hayat,
salih insanlarla arkadaşlıkla tatlılaşır. Hayır, salih bir arkadaşta
toplanmıştır. Unuttuğunda hatırlatır. Hatırladığında, sana yardımcı olur (s.
166)
* * *
Senin
Allah'a hüsn-ü zan besleyip de, Allah'ın sana iyilikle muamele etmemesi hiç
mümkün değildir. (s. 172)
* * *
Kul,
korktuğunda O’nunla ünsiyete geçer. Günahları işlemeye devam eden kişinin,
Sevgilinin kapısından da uzaklaştırıldığını biliyor musunuz? (s. 174)
* * *
Mahabbet
ehli birinin gözü, sevdiğinin mülkünde bulunan hangi şeye değerse, orada
sevgilisinin sevgisi mevcuttur (s. 175)
* * *
Üç şey
Allah'a hüsn-ü zan alametidir:
*
Tökezledikten sonra, kalpte bulunan metanet
* Hataya
düştükten sonra, geniş bir umut
* İçten
bir pişmanlıkla, karamsarlığı red. (s. 177)
* * *
Allah için
sevgi geneldir. Allah için yürekten bağlılık ise özeldir. Çünkü her mümin O’nun
sevgisinin tadını almıştır ve ona ulaşmıştır. Halbuki her mümin O’na yürekten
bağlılığa ulaşamamıştır (s. 181)
* * *
Zunnûn’a
şöyle soruldu:
“Bize ne
oluyor ki nafilelere güç yetiremiyoruz?”
Zunnûn
şöyle cevap verdi:
“Çünkü
sizler, farzları henüz sağlıklı ve doğru bir biçimde yapamıyorsunuz.” (s.193)
* * *
Arifin
arkadaşlığı, Allah’ın dostluğu ve ahbaplığı gibidir; Allah’ın eşsiz sıfatları
kendisinde tecelli ettiği için, (kendisi yük olmadan) senin sıkıntılarına
katlanır, yükünü taşır ve sana karşı hoş görülüdür (s. 199)
* * *
Allah’ı en
fazla arif olan kişi, Allah konusunda hayreti en şiddetli olan kişidir. (s.204)
* * *
İnsanların
çoğu sebep-sonuç ilişkisinin peşine düştüler; sıddîklar ise, sebeplerin
Sahibiyle ilişki kurmanın yoluna koyuldular. (s. 229)
* * *
Onlar
Kur’an’ı, gönüllerin en üstüne yerleştirdiler ve onunla teselli buldular. Onlar
Kur’an’ı sadırlarına yapıştırdılar ve onunla huzur buldular. Arzuları onunla
yatıştı ve gayrete geldi. Kur’an’ı, kendi zulmetleri için kandil; uykuları için
yatak; yolları için izi belli bir yön; hüccetleri için kesin bir zafer olarak
gördüler. (s. 258)
* * *
Allah,
mahabbetinden her tarafa yayılan nûru onlara elbise olarak giydirmiştir. (s.
261)
* * *
Allah’ın
öyle kulları vardır ki, Allah onların gönüllerini sırf Kendi mahabbetinin saf
suyu ile doldurmuştur. Ruhlarını ise, Kendisini görme iştiyakıyla allak bullak
etmiştir. (s. 264)
* * *
Arifin
gönlü, Allah’a kavuşma isteğinde, rüzgârlardan ve fırtınalardan daha
süratlidir. (s. 373)
* * *
Biliniz
ki, Allah için seven kişiye, Allah için, başkalarını kendisine tercih etmek
ağır gelmez. Çünkü onun katında, Allah’tan daha üstün bir şey yoktur. (s. 374)
* * *
Allah’ın
(c.c.) hoşlanmadığı şeyleri yapıp dururken, kendinin hoşuna giden şeyler Allah’tan
(c.c.) istemekten utan! (s. 378)
* * *
Allah bu topluluğun ruhlarını umutlarla sulamıştır
Gece
yarısı, Zunnûn’un mescidinin ortasında uyuyordum. Zunnûn’un şu şiiri okuduğunu
işittim:
Kaçırdı
uykumu sevgin, arttı hastalık kalbimde
Gizledim
onu, gönlümde ve içimde gizlensin diye
Fâş
etme ne olur, sırrımdaki elbiseni ikram olarak
Kaybettim
kendimi, döndür efendim, ikram olarak
Sonra
şöyle dedi:
Allah
bu topluluğun ruhlarını umutlarla sulamıştır. Eğer onlar Allah’ı zikrederlerse,
kendi nefislerini unuturlar ve Allah’tan başka hiçbir şeyi hatırlamazlar.
Sonra
şu sözlerle devam etti:
Onlar,
Allah’a yemin olsun ki…
Seçildiler,
arındılar ve temizlenenlerden oldular, murâttır çünkü onlar;
Kadri
en yüce bir mertebede, Allah’ın hayat bahşedici rahmetiyle yaşadılar. (s. 101)
Keramet
Bir
gün Zunnun’un huzurunda bulunuyorduk. Zunnun, evliyaullah’a Allah’ın ikram
ettiği kerametlerden bahsetmişti.
Huzurunda
bulunanlardan birisi şöyle sordu:
“Sen,
onlardan birisini gördün mü? Ey Ebu’l-Feyz!”
Bunun
üzerine Zunnun şöyle dedi:
Yanımda
Horasanlı acem bir genç vardı. Yedi gün, mescitte yemek yemeden, yanımda kaldı.
Halbuki kendisine sunmuş olduğum yemekleri de reddediyordu. Biz böyle
oturuyorken, bir gün, bir şeyler isteyen dilenci yanımıza geldi.
Bunun
üzerine Horasanlı, dilenciye şöyle dedi:
“Eğer
mahlûkattan değil de Allah’tan isteseydin, Allah seni hiçbir kimseye muhtaç
etmezdi.”
Dilenci
ona şöyle cevap verdi:
“Burada
bana ait bir şey yok ki!”
Horasanlı
ona şöyle dedi:
“Ne
istiyorsun?”
Dilenci
şöyle cevap verdi:
“Ben,
açlığımı giderecek ve üzerime giyinecek bir şey istiyorum.”
Horasanlı
delikanlı kalktı, mescitte iki rekat namaz kıldı. Ve yeni bir elbise ve içinde
meyve dolu bir tabakla geri döndü. Ve onları dilenciye verdi.
Zunnun
şöyle devam etti:
“Ey
Abdullah! Senin Allah (c.c.) katında bu derece itibarın vardı da, yedi gündür
niçin hiçbir şey yemedin?”
Bunun
üzerine genç dizleri üstüne çöktü ve şöyle dedi:
“Ey
Ebu’l-Feyz! Kalpler O’nun rızasıyla dolup taştığı halde, diller nasıl dilenmeye
yüz bulabilir ki?”
Zunnun
şöyle ekledi:
“O
halde razı olanlar hiçbir şey isteyemezler mi?”
Delikanlı
şöyle cevap verdi:
“Bazısı,
(O’nun ikramı ve cömertliğine) delil olsun diye ister. Bazılarının içini,
Allah, zenginlikle doldurmuştur. Onlardan bir kısmı ise, Allah’tan istenen şeyi
(kendisine değil de) başkasına bağışlamak ister”
Sonra
ezan okundu, o da bizimle yatsı namazını kıldı, deriden su tulumunu aldı ve
sanki abdest alacakmış gibi mescitten çıktı. Bir daha onu hiç göremedim. (s.
284–285)
Yağmur Duası
Zunnun,
Mısır’da yağmur duasına çıkmıştı. Cüzzamdan elleri ve ayakları kesilmiş felçli
birisinden yardım istedi. Ve ondan yağmur duası yapmasını istedi. Felçli kişi,
göğe baktı ve güldü. Sonra şöyle dedi:
“Dün
akşam, aramızda olan yakınlıkla (Sana başvuruyorum)!”
Sonra
şu kelimelerle Allah’a yalvardı:
“Ey
Tanrım! Yarattın, rızıklandırdın ve beni setrettin
Ve
kullarından fazlınla lütfederek beni zengin ettin
Hastalandığımda
şifa verdin; dua ettiğimde icabet ettin
Kaçtığımda
geri çevirdin; sendelediğimde kaldırdın
İsyan
ettiğimde merhamet ettin, itaat ettiğimde mükâfat verdin
Ey
Efendim! Benden razı ol! Mademki beni razı ettin.”
Sonra
şöyle dedi:
“Ey
Zunnun! Gerçek şu ki Allah (c.c), uzuvların amelini değil, kalplerin
yakınlığını istemektedir.”
Zunnun
şöyle dedi:
“Bunun
üzerine, kırbaların ağzından boşanır gibi yağmur yağdı.” (s. 287)
Kaldır Başını ve Bir Bak
İsrailoğullarının
çölünde (Paran Çölü, et-Tih) bulunuyordum. Hacca gitmek istiyordum. Yolda,
henüz sakalları bile çıkmamış bir gencin, Beyt-i Atîk’e doğru, azıksız ve
bineksiz bir biçimde yürüdüğünü gördüm.
Yanımdaki
arkadaşıma dedim ki:
“İnnâ
lillah! Eğer bu çocuk yakîne ermişse iyi fakat değilse helak olur.”
Ve
onun yanına vardım, şöyle dedim:
“Ey
delikanlı!”
Şöyle
cevap verdi:
“Hizmetindeyim
(lebbeyke).”
Şöyle
sordum:
“Böyle
bir yerde, bu vakitte, azıksız ve bineksiz olunur mu?”
Bana
bir nazar etti ve şöyle dedi:
“Ya
Şeyh! Kaldır başını ve bir bak! Acaba O’ndan başkasını görecek misin?”
Ben
de ona şöyle dedim:
“Sevgili
dostum! Dilediğin yere git!” (s. 315)
İsm-i Azam
İnsanlar
Zunnun’un yanından ayrılınca, az bir süre yürümüştü ki ben hemen ona yapıştım
ve şöyle dedim:
“Sende,
Allah’ın İsm-i Azamı’nın bulunduğunu tahmin ediyorum!”
Bana
dedi ki:
“Be
adam! Benden uzak ol!”
Ben
de şöyle dedim:
“Bana
onu öğretmeden, senden ayrılmayacağım!”
Bana
şöyle dedi:
“Be
adam! Gönlün yumuşadığında, dilediğin isimle dua et! İşte o Allah’ın ismidir.”
Şeyh-i
Ekber’in yorumu:
Bana
arkadaşlarımızdan birisi, tanıdığımız ve karşılaştığım memleketlimiz ve keramet
ehli biri olan Ahmed b. Seydebûn denilen Endülüs’ün doğusundaki Vâdî Aştlı bir
şeyhin şöyle dediğini haber verdi:
“Onun
huzurunda idim ve ona şöyle dedim:
‘Allah’ın
İsm-i Azam’ı nedir?’
Yerden
biraz toprak aldı ve hiçbir söz söylemeden onları üzerime saçtı. Ben de bu
hareketinden anladım ki, kul sâdık olur ve kemale ererek olgunlaşırsa, İsm-i
Azam odur.”
Aynen
böyle bir cevap Ebû Yezîd el-Bistami’den de rivayet edilmiştir. O şöyle
demiştir:
“Bize
(Allah’ın) en küçük ismini gösterin ki, ben de size en büyüğünü göstereyim!”
Böylece
onları azarladı ve şöyle devam etti:
“Allah’ın
isimlerinin hepsi büyüktür. O halde sen sadık ol ve ardından dilediğin ismi
al!” (s. 386)
İbn Arabi, Şeyh-i Ekber’in Kaleminden Bir Sûfi’nin Portresi – Zunnûn-i Mısrî, Çev: Dr. Ali Vasfi Kurt, Gelenek Yayıncılık
Yorumlar