Tanrı’yı Hatırlamak

Bir gün küçük köpeğimle birlikte, ekinimi talan eden maymun sürüsüne söylenerek, tarlalara doğru yola çıkmıştım. Dışarıda aşırı sıcak vardı. İkimiz de öyle bunalmıştık ki zorlukla nefes alabiliyorduk. Neredeyse bayılmak üzereydik. O sırada yeşil dalları olan Tiayki ağacını gördüm ilerde. Köpeğim sevinç mırıltıları çıkarıp ağacın gölgesine doğru yöneldi; fakat gölgeye varınca orada durmayıp dili dışarıda gerisin geri yanıma geldi. Göğsünün nasıl hızla inip kalktığını görünce, ne kadar bitap vaziyette olduğunu anladım. Gölgeye doğru yürüdüm. Köpeğim çok sevinmişti; fakat gölgede durmayıp yola devam eder gibi yaptım. Zavallı köpek biraz inledikten sonra, kuyruğunu ayaklarının arasına sıkıştırıp, ister istemez beni takip etmeye başladı. Çaresiz durumda olmasına rağmen, beni izlemekte kararlıydı.

Bu sadakat örneği beni o kadar duygulandırdı ki, şu hayvanın, hiçbir mecburiyeti olmadığı halde beni takip etmeyi, ölümüne göze almasını layıkıyla kim takdir edebilirdi? Kendi kendime düşündüm, bana kendini adamış bir köpek; çünkü beni efendisi olarak görüyor ve sırf yanımda kalmak için hayatını riske atıyor.

“Ya Rabbi,” diye yalvardım, “şu yaralı ruhumu iyileştir! Sadakatimi köpek deyip geçtiğim şu hayvanınki gibi kıl. Ona verdiğin gibi bana da, iradene uygun davranacak ve sevk ettiğin yola – nereye gidiyorum diye sormadan -  ilerleyecek şekilde hayatımı kontrol edebilme gücü ver. Şu köpeğin yaratıcısı olmadığım halde, o kadar acıya katlanarak bana tâbi oluyor. Ona bu meziyeti bahşeden Sen’sin. Ya Rabbi – benim gibi – bütün isteyenlere de sevme yeteneği ve tasaddukta bulunma cömertliği nasip et.”

Sonra dönüp gölgenin altına girdim. Yol arkadaşım, sevinçle yere oturup sanki bana bir şeyler söylemek ister gibi gözlerimin içine baktı. Biraz sonra ikimiz de kendimize gelmiştik.

Dinlenmiş olmanın verdiği canlılıkla düşünmeye başladım. Bu yeşilliğin altındaki gölgelik, sunduğu serinlikle, dışarıdaki kavurucu güneşi dengeliyordu. Bu yeşillikte insan ve hayvanatın yaşamı için gerekli bir şeyler vardı. Güneşin etkisiyle yeşillikten izhar olan bu şey, Kur’an’da mecazi olarak tasvir edilen cenneti getirdi hatırıma.

“Yeşil” cennet bahçesi, maddi tezahürü buradaki yeşillik olan manevi gerçeklik’ten başka bir şey değildi. Anlıyordum! Cennet, içinde sonsuz yeşillik barındıran sembolik bir bahçe idi. Bu sonsuz yeşillik, ilahi Nur’un gözlerimizi kamaştıran ışıklarını akıtıyordu üzerimize. Bu sonsuz yeşil bahçede, seçilmişler ilahi Varlığın Nuru’nu tefekkür ediyor ve ebedi hayat Kaynağı’ndan gelenleri özümsüyordu.

“Ey din Kardeşlerim! Yarın semavi bahçeye girmeyi ümit ederken, buradaki yeşil bahçeye hürmette kusur etmeyin. Sebepsiz yere küçük bir ot parçasını dahi koparmayın! O, istifade etmemiz için Allah’ın toprakta bitirdiği bir ayetidir.”

Bandiagra’lı Bilge: Tierno Bokar’ın Hayatı ve Öğretisi” isimli kitaptan yazarın kendi kitabına yapmış olduğu bir alıntı.

* * *



Asla mutlu olmamaları beklenen şartlarda yaşayanlar genellikle hallerinden memnunken, mutlu olmak için en fazla sebebi olan insanlar hayatta en mutsuz olanlardır. [...] Bir hikaye duymuştum, gerçekten yaşanmış mı bilmiyorum ama verdiği mesaj oldukça ilginç. Hikaye, Hindistan'ın ücra köşelerinden birinde yaşayan bir kabileyi araştırmaya giden Fransız antropologla ilgili. Antropolog, bir kaç yıl bu kabile mensupları ile birlikte yaşamaya başlıyor ve onların duygularını anlamak ve hayatlarını paylaşmak için bir süre zarfında kendisini dış dünyadan soyutlamaya karar veriyor.

Antropologun dikkatini çeken ilk şey bu insanların, zor şartlarda yaşamalarına ve karınlarını doyuracak kadar yiyecekten başka bir şeye sahip bulunmamalarına rağmen, son derece neşeli olmaları oluyor. Yaşam ortalamaları oldukça düşük olan bu insanlar için, genellikle ölümle sonuçlanan salgın hastalıklar ve metanetle karşıladıklar doğum sonrası bebek ölümleri sıkça görülen şeyler. Fakat hemen herkesin yüzü gülüyor, hemen herkes neşeli. Hatta bu neşe, antropologa bile sirayet ediyor. Bu insanlar, televizyonları olmadığı için, çoğu insanlardan "daha kötü şartlarda" yaşadaıklarını bilmiyorlar, dünyadaki herkesin kendilerine benzer bir hayat sürdüğünü sanıyorlar. Onun için de çoğunlukla mutlular, nadiren kavga ediyorlar. Antropolog, iki yıl sonra Paris'e dönüyor. Uçakta not tutarken bir ara başını kaldırıp etrafına baktığında birden dehşete kapılıyor. Yolcuların yüz ifadesinden kendisi yokken ülkede korkunç bir felaketin meydana gelmiş olduğunu düşünüyor. Zira kimsenin yüzü gülmüyor, kimse kimseyle konuşmuyor; sanki birbirlerinin yüzlerindeki acıyı görmek istemez gibi yolcular birbirlerinden gözlerini kaçırıyor. Antropolog da ne olduğunu öğrenmekten korktuğu için kimseye birşey sormuyor. Halbuki ortada felaket falan yok, sadece Fransız antropolog kendi insanının yaşayış tarzını unutmuş. (s. 59-50)

TANRI'YI HATIRLAMAK
Gai Eaton
Çev: Salime Leyla Gürkan
İnsan Yayınları

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kibrit-i Ahmer'in Peşinde

Râvi

Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti