Cinnet Mustatili
Iztırap ve çile dolu bir fikir adamının hapishane hatıraları yer alıyor Cinnet Mustatili'nde. Zindandan Mehmed'e Mektup şiirini daha iyi anlamak isteyenler için başvuru kaynağı.
Sabahın saat 10 u... Hapishanenin önundeyim. İçinde, unutulmuş insanların hayaletleri gezen bir ortaçag kalesi... (s. 7)
Kapıları kırmak, camları zangırdatmak, toplantıları dağıtmak, uykudakileri dürtmek, hastaları doğrultmak, isçileri durdurmak, rüzgârı bekletmek, dalgaları dondurmak, mezar taşlarını tırmalamak, ve haykırmak istiyorum. Avaz avaz haykırmak ve herkesin beni deli sanacağı, şu basit, son derece basit sözü söylemek istiyorum “Allah var, daha ne istiyorsunuz? İşte size her an yeni, her derde deva, her gayrete mesned, ebedi haber! Allah var; fakat bizim ondan, yalnız sorulduğu zaman haberimiz var!. O da yok!.” (s. 38 -39)
Bana bir dostum, gayet güzel mandalinalar getirmiş. Olduğu gibi duruyor. Bunlardan bir ikisini sağa sola verdim. Zevcem gittikten sonra da niçin Mehmed’e göndermedim diye üzüldüm. (s.42)
Kur'an'a, “İnşirah” suresine kapanmış ağlıyorum. (s. 50)
Üstüme, beni ancak örtebilecek bir takım palâspereler atabilseydim... Bu şehrin, o şehrin, eğer varsa insanlık şehrinin büyük meydanında, dilenciler gibi bir köşeyi tutsaydım... Yere, insanların ayak bastıkları noktalara bakıp boyuna ağlasaydım, durmadan ağlasaydım..
- Ne oldun, ayol, nen var, ne istiyorsun? Diyenlere:
- Aman Müslüman olun, aman Müslüman olun!
Diye mırıldansaydım ve boyuna ağlasaydım, durmadan ağlasaydım... Kuruyuncaya, dökülünceye, dağılıncaya kadar ağlasaydım... (s. 50)
Bizde hapishane, hiç bir suçun ıstırap ve intibah yatağı değil, her suçun tam teşekkül ve tekemmül akademisidir. O bir yılanlı kuyudur; ve bekçileri, içine değil yalnız kapağına hâkimdir. Herkesi her nevi insanı, kuyunun kapağını aralayıp buraya atarlar. Atılan, ister tırtıl veya solucan olsun... Ya kuyunun dibinde yılanlaşacak, yahut yılanlara gıda olacaktır. (s. 73)
Karpuz... Hayatımın en büyük hediyesi...
Ramazandı. Oruçluydum. Tanıdığım bir tüccar iftar yemeğini her gün evinden, hususi otomobiliyle gönderirdi. Ben de hapishane kapısının yanındaki ilk telörgüde beklerdi. Herkesin deliğine çekildiği o saatlerde bana izin verirlerdi.
Yine böyle beklerken, bir gün ihtiyar bir adam telörgüye sokuldu. Üstü başı dökülen, amele kılıklı bir ihtiyar... Beni asla tanımadan “Oğlum, içeride bir Necip Fazıl varmış. Şu karpuzu ona hediye getirdim. Allah rızası için götürüp verir misin?” dedi. Gözlerim, hücum eden yaşlardan yangın içinde “Ver baba, hemen götüreyim” dedim ve aldım.
İşte, hasbi, her türlü nefs oyunundan uzak, Allah için verilen hediye... Bu meçhul Müslümandan tüten edayı ömrümce unutamam! Keşke o karpuzu kesmeseydim; hep ona bakıp düşünseydim, İslam ahlakını fikretseydim, ağlasaydım, ağlasaydım... (s.77)
Evet, müdür bey, bütün aynalar yalancıdır. Çünkü biz birer yalandan ibaretiz! Bir türlü kendimizi “sahi”ye ve “sahici”ye veremiyoruz! diyemedim. (s.132)
Elektrikleri kesilmiş evim, açlığa bırakılmış çocuklarım, matbuat isimli esatirî yalan ve tezvir makinesine duyduğum hınç, dâvamızı içeriden ve dışarıdan sürükledikleri çıkmaz, çamaşırlıktaki namaz takkelerine kadar didiklenen Müslümanların hâli, artık bana «Mektubunu aldım, fakat ürküyorum, cevap veremem» demekten bile korkan dostların vaziyeti... Bütün bunlar belki sıkıntılarımın başıydı, ilk kritikleriydi. Fakat yangın çıktıktan sonra bunlara yer kalmadı. Bunların hepsi birden ikinci plâna geçti. Sadece ilâhî hikmet, mücerred çile, yanmak için yanmak, Allah için yanmak... Bunlar kaldı. Bunlar ve ben... Bulunmazı bulmaya, düşünülemezi düşünmeye, muhali kurcalamaya mahkûm ben. (s. 135)
Beni, taştan ve demirden, aciz hapishaneye insanlar attı; köpükten ve zardan kudretli hapishaneye ise O koydu. Ondan başka kim çıkarabilir? (s. 175)
Hapishane, cemiyet marazlarının, mikrop sak layıcı astar nahiyesinden bir köşe... Ve her kötülüğün illet bakımından en şahsiyetli tipleri, şehir ve kasabalarının istidadına göre, hapishanelerde... (s. 233)
CİNNET MUSTATİLİ
Necip Fazıl Kısakürek
Büyük Doğu Yayınları
Sabahın saat 10 u... Hapishanenin önundeyim. İçinde, unutulmuş insanların hayaletleri gezen bir ortaçag kalesi... (s. 7)
Kapıları kırmak, camları zangırdatmak, toplantıları dağıtmak, uykudakileri dürtmek, hastaları doğrultmak, isçileri durdurmak, rüzgârı bekletmek, dalgaları dondurmak, mezar taşlarını tırmalamak, ve haykırmak istiyorum. Avaz avaz haykırmak ve herkesin beni deli sanacağı, şu basit, son derece basit sözü söylemek istiyorum “Allah var, daha ne istiyorsunuz? İşte size her an yeni, her derde deva, her gayrete mesned, ebedi haber! Allah var; fakat bizim ondan, yalnız sorulduğu zaman haberimiz var!. O da yok!.” (s. 38 -39)
Bana bir dostum, gayet güzel mandalinalar getirmiş. Olduğu gibi duruyor. Bunlardan bir ikisini sağa sola verdim. Zevcem gittikten sonra da niçin Mehmed’e göndermedim diye üzüldüm. (s.42)
Kur'an'a, “İnşirah” suresine kapanmış ağlıyorum. (s. 50)
Üstüme, beni ancak örtebilecek bir takım palâspereler atabilseydim... Bu şehrin, o şehrin, eğer varsa insanlık şehrinin büyük meydanında, dilenciler gibi bir köşeyi tutsaydım... Yere, insanların ayak bastıkları noktalara bakıp boyuna ağlasaydım, durmadan ağlasaydım..
- Ne oldun, ayol, nen var, ne istiyorsun? Diyenlere:
- Aman Müslüman olun, aman Müslüman olun!
Diye mırıldansaydım ve boyuna ağlasaydım, durmadan ağlasaydım... Kuruyuncaya, dökülünceye, dağılıncaya kadar ağlasaydım... (s. 50)
Bizde hapishane, hiç bir suçun ıstırap ve intibah yatağı değil, her suçun tam teşekkül ve tekemmül akademisidir. O bir yılanlı kuyudur; ve bekçileri, içine değil yalnız kapağına hâkimdir. Herkesi her nevi insanı, kuyunun kapağını aralayıp buraya atarlar. Atılan, ister tırtıl veya solucan olsun... Ya kuyunun dibinde yılanlaşacak, yahut yılanlara gıda olacaktır. (s. 73)
Karpuz... Hayatımın en büyük hediyesi...
Ramazandı. Oruçluydum. Tanıdığım bir tüccar iftar yemeğini her gün evinden, hususi otomobiliyle gönderirdi. Ben de hapishane kapısının yanındaki ilk telörgüde beklerdi. Herkesin deliğine çekildiği o saatlerde bana izin verirlerdi.
Yine böyle beklerken, bir gün ihtiyar bir adam telörgüye sokuldu. Üstü başı dökülen, amele kılıklı bir ihtiyar... Beni asla tanımadan “Oğlum, içeride bir Necip Fazıl varmış. Şu karpuzu ona hediye getirdim. Allah rızası için götürüp verir misin?” dedi. Gözlerim, hücum eden yaşlardan yangın içinde “Ver baba, hemen götüreyim” dedim ve aldım.
İşte, hasbi, her türlü nefs oyunundan uzak, Allah için verilen hediye... Bu meçhul Müslümandan tüten edayı ömrümce unutamam! Keşke o karpuzu kesmeseydim; hep ona bakıp düşünseydim, İslam ahlakını fikretseydim, ağlasaydım, ağlasaydım... (s.77)
Evet, müdür bey, bütün aynalar yalancıdır. Çünkü biz birer yalandan ibaretiz! Bir türlü kendimizi “sahi”ye ve “sahici”ye veremiyoruz! diyemedim. (s.132)
Elektrikleri kesilmiş evim, açlığa bırakılmış çocuklarım, matbuat isimli esatirî yalan ve tezvir makinesine duyduğum hınç, dâvamızı içeriden ve dışarıdan sürükledikleri çıkmaz, çamaşırlıktaki namaz takkelerine kadar didiklenen Müslümanların hâli, artık bana «Mektubunu aldım, fakat ürküyorum, cevap veremem» demekten bile korkan dostların vaziyeti... Bütün bunlar belki sıkıntılarımın başıydı, ilk kritikleriydi. Fakat yangın çıktıktan sonra bunlara yer kalmadı. Bunların hepsi birden ikinci plâna geçti. Sadece ilâhî hikmet, mücerred çile, yanmak için yanmak, Allah için yanmak... Bunlar kaldı. Bunlar ve ben... Bulunmazı bulmaya, düşünülemezi düşünmeye, muhali kurcalamaya mahkûm ben. (s. 135)
Hapishane, cemiyet marazlarının, mikrop sak layıcı astar nahiyesinden bir köşe... Ve her kötülüğün illet bakımından en şahsiyetli tipleri, şehir ve kasabalarının istidadına göre, hapishanelerde... (s. 233)
CİNNET MUSTATİLİ
Necip Fazıl Kısakürek
Büyük Doğu Yayınları
Yorumlar