Okul Sıkıntısı

Kaygılı kaygılı bana bakarak, usulca soruyor: "Ne işle uğraşıyorsun sen?" Geleceğim ona daha en başından o kadar netameli görünmüştü ki, bugünümden hiçbir zaman tam olarak emin olamıyordu. Herhangi bir şey olamayacağımdan onun gözünde ayakta kalabilecek kadar donanımlı değildim. Onun bir türlü dikiş tutturamayan oğluydum. Oysa, öğretmen olarak ilk sınıfıma girdiğim 1969 yılının o Eylül ayından beri paçayı kurtardığımdan da haberdardı. Fakat buna rağmen, takip eden on yıllar boyunca (yani yetişkin insan hayatım boyunca), telefonlarımla, mektuplarımla, ziyaretlerimle, kitaplarımın, gazete makalelerimin yayımlanmasıyla ya da Pivot'nun benden alıntılar yapmasıyla ona ulaşan her "başarı kanıtında" bile için için endişelenmeyi sürdürmüştü. Ne meslek hayatımın sürekliliği ne edebiyat alanındaki çalışmalarımın kabul görmesi ne de başkalarının hakkımda söylediği ya da basından okuyabildiği şeyler onu tam olarak rahatlatmaya yetmişti. (s. 15)
Anlamıyordum.
Kafamın almaması durumu o kadar eskilere dayanıyordu ki, çocukken ailem bunun
ilk çıkış noktasını tarihleyebilmek adına bir hikâye bile uydurmuştu: Alfabeyi
öğrenirken ortaya çıkmıştı durum. A harfini ancak bir ders yılı sonunda
kavrayabildiğim anlatılır da anlatılır. Bir yılda a harfi. Ulaşılamaz b'nin
ötesin de cehaletimin çölü başlıyordu.
“Panik
yapmayın, yirmi yıl içerisinde alfabeyi tamamıyla sökmüş olacak.” (s. 17)
"Yani
sonuçta bahaneler uydururdun."
Evet,
tembel tenekelerin huyudur bu. Durmadan tembelliklerine bahaneler uydururlar:
Geri zekâlıyım, asla başaramayacağım, denemeye bile değmez, baştan bitmiş bu
iş, size söylemiştim, okul bana göre değil... Okul onlara, bazen birtakım
öğretmenlerin de yardımıyla girişini kendilerine yasakladıkları özel bir kulüp
gibi gelir. (s. 23)
Ah!
Okul hayatının hiçe sayıldığı bir çeteye karışmak! Ne düş ama! Bir çeteyi
çekici kılan nedir? Kendini kabul ettirmenin hazzıyla çeteye karışıp erimek. O
şahane kimlik hayalleri! Her şey, eğitim dünyasının o mutlak tuhaflık duygusunu
unutup yetişkinlerin o hor gören bakışlarından kaçıp kurtulmak için. Nasıl da
hep aynı noktaya bakar bu bakışlar! O sürüp giden yalnızlık duygusuna bir
birlik duygusuyla buraya başka bir yerle, bu hapishaneye bir başka alanla karşı
çıkmak. Ne pahasına olursa olsun, gerekirse sadece yumrukların konuştuğu ve en
iyi koşulda, bir hapishaneye götürecek bir korsan gemisiyle bile olsa,
tembeller adasından firar etmek. Başkalarını, öğretmenleri, yetişkinleri
kendimden öylesine daha güçlü ve yumruktan çok daha ezici bir güce sahipmişler
gibi hissederdim ki, bir zaman takıntıya varan bir öç alma duygusuna kapıldığım
olurdu. (s. 32)
Bugün
çetelerin kurulma nedeni olarak suçu sadece banliyö fenomenine yükleyenlere
şöyle diyorum: Haklısınız, evet, işsizlik, evet istenmeyenlerin bir arada
toplanması, evet, etnik gruplaşma, evet marka zulmü, evet tek ebeveynli
aileler, evet bunlara paralel olarak gelişen bir ekonomi ve her tür yasadışı
alışveriş, evet evet evet. Fakat el atıp düzeltebileceğimiz tek şey olan ve
pedagojinin olmadığı zamanlardan kalma bir durumu görmez den gelmeyelim:
Dersini anlamayan ve ondan başka herkesin anladiğı bir dünyada kaybolmuş bir
öğrencinin yalnızlığı ve utancı.
Bu
konuda eğitimli olsak da olmasak da, bir tek biz onu bu hapishaneden
kurtarabiliriz. Beni kurtarmış olan -ve benden bir öğretmen çıkartmış olan-
öğretmenler bunun eğitimini almamışlardı. Benim okul hayatımdaki aksaklığın
kaynağıyla ilgilenmediler. Sebeplerini aramakla da, bana vaaz vermekle de zaman
kaybetmediler. Zor durumdaki ergenlerle karşı karşıya gelen yetişkinlerdi
onlar. Kendi kendilerine, bu işin acil olduğunu söylediler ve balıklama
daldılar. Beni ıskaladılar. Tekrar daldılar, her gün bir kez daha denediler,
tekrar ve tekrar... Sonunda beni oradan çekip çıkardılar. Benimle beraber
başkalarını da.
Kelimenin
tam anlamıyla bizi tehlikeli sulardan çekip çıkardılar. Onlara yaşamlarımızı
borçluyuz. (s. 41-42)
Çünkü
söz konusu okul olduğunda mükemmellik ince elenen sık dokunan bir konudur.
Parlak öğrenciler için iyi okullar ve kazazedeler için iyi olan okullar vardır.
Tartışmanın özü budur. (s. 50)
Doğrusunu
söylemek gerekirse bütün anneler biraz utanir ve hepsi de oğullarının geleceği
için kaygılanırlar: "Ona ne olacak?" Çoğu, ilerisini bugünün
geleceğin saplantılı ekranına yansıması olarak tasavvur eder. Gelecek, bu
imajın alabildiğine büyütülerek umutsuz bugünlerin yansıtıldığı bir duvar
gibidir, işte annelerin en büyük korkusu! (s. 53)
O
zaman komik bir hikâye anlatmayı deniyorum:
“Tanrı’yı
güldürmenin tek yolu nedir biliyor musunuz?"
Telefonun
diğer ucunda bir tereddüt.
“Ona
projelerinizden söz edin."
Başka
bir ifadeyle, panik yapmayın, hiçbir şey öngörüldüğü gibi gerçekleşmez. Geçmişe
karışan geleceğin bize öğrettiği tek şey budur. (s. 54)
Tembeller
sözcüklerle beslenirler. (s. 60)
"Kötü
öğrencilerimiz" (bir şey olamayacakları konusunda adı çıkmışlar) okula
asla yalnız gelmez. Sınıfa giren bir soğandır: birkaç kattan oluşan hüzün,
korku, endişe, içerleme, kızgınlık, yerine getirilememiş istekler, öfkeli
vazgeçişler, hepsi de utanılacak geçmişten, tehditle bugünden, faturası peşin
kesilmiş gelecekten oluşan kabuklar. Bakın, kabuk kabuk bedenleri ve sırt
çantalarında aileleriyle geliyorlar işte. Ders, sırtlardaki yük yere
bırakıldığında ve soğanın kabukları soyulduğunda başlayabilir ancak. Bunu
anlatmak biraz zor ama çoğunlukla tek bir bakış, tek bir iyi söz, güven telkin
eden bir yetişkinden tutarlı ve açık tek bir konuşma, söz konusu bu hüznü
dağıtmak, ruhları rahatlatmak, onları günümüze, şimdiki zamanın içerisine çekip
yerleştirmemiz için yeterli oluyor.
Olumlu
etkilerin geçici olması doğaldır. Soğan çıkışta tekrar eski haline dönüşecek ve
kuşkusuz, yarın tekrar baştan almak gerekecek. Fakat öğretmek işte böyle bir
şey: Öğretmenliği mecburen bırakana dek baştan başlamak. Eğer öğrencilerimizi
derslerimizin şimdiki zaman na çekmekte başarışız olursak, eğer bildiklerimizi
oğullarımız ve kızlarımız üzerinde başarıyla kullanamazsak kelimenin bitkisel
anlamıyla, hayatları inanılmaz eksiklikle yeraltındaki lağım borularının
üzerinde ileri geri sallanacaklardır. Elbette bu dehlizleri sadece biz
kazmadık, sadece biz doldurmadık, fakat bu kadınlar ve erkekler, yine de,
gençliklerinin bir veya birkaç yılını bizlerin karşısında oturarak geçirdiler.
Ayrıca ziyan olmuş bir okul yılı hiç de küçümsenecek bir şey değildir:
Kavanozun içinde çok uzun bir zaman dilimidir. (s. 68-69)
Öğrenme
için ayrı bir zaman icat etmek gerekir. Örneğin şimdiki zamanın ete kemiğe
büründürülmesi gibi. Buradayım, bu sınıftayım ve nihayet anlıyorum! Oldu işte!
Beynim bedenime iletiyor: Beynimdeki, ete kemiğe bürünüyor. Tersine, böyle
olmadığında, bir şey anlayamadığımda; olduğum yerde buharlaşıyor, geçmek
bilmeyen bu zamanın içerisinde parçalara ayrılıyor, toza dönüşüyorum ve en ufak
bir esinti beni dağıtmaya yetiyor. Yalnızca bilginin bir dersin şimdiki
zamanında beden bulması için geçmişi bir ayıp gibi, geleceği de bir cezaymış
gibi havada sallayıp durmamak gerek. (s. 70)
Zaman...
Geçip gitmesi logaritmik olarak algılamak için yaşlanmam gerektiğini bilmezdim.
(s. 90)
O
zamanlar okumak bugünkü gibi anlamsız bir yiğitlik değildi. Bir zaman kaybı
olarak algılanır, derslere mani olduğu söylenir ve eğitim süresince roman
okumak bize yasaklanırdı. Gizli okur yeteneğimin kökeni buradan gelir:
Olabilecek her yere gizlenen, üzerleri ders kitaplarıymış gibi kaplanan
romanlar, el feneriyle gece okumaları, beden eğitimi muafiyeti gibi şeyler
benim bir kitapla baş başa kalmam için yeterliydi. Bu zevki bana yatlı okul
kazandırdı. Orada bana ait bir dünya lazımdı, bu dünya kitapların dünyası oldu.
(s. 92)
Yazarlarla
ben baş başaydık. Onları okurken kendimi eğittiğimden, okuduklarımı unuttuğumda
bile içimde tortusu kalacak bir iştahı uyandırdıklarından bihaberdim. (s. 94)
Dilbilgisi
sıkıntısı yine dilbilgisiyle, imla hataları yine imla ödevleriyle, okuma
korkusu okuyarak, anlamama endişesi metnin içine dalarak ve düşünmeme
alışkanlığı ise bizi şimdi şu anda bu sınıfta bu ders sırasında burada
olduğumuz süre içerisinde meşgul edecek tedavi yollarıdır. (s. 118)
Eğer
onlardan akıllarını tamamen bana vermelerini bekliyorsam, onların dersimin
içerisine yerleşmelerine yardımcı olmak zorundayım. Bunu başarmanın yolları
nedir? Bu, yıllar içerisinde özellikle de sahada öğrenilen bir şeydir. Emin
olduğum tek bir şey varsa, o da öğrencilerimin sınıftaki varlıklarının
benimkiyle doğrudan bağlı olduğudur: Elli beş dakika süren dersim boyunca bütün
bir sınıf ve tek tek her öğrenci için var olmama, fiziksel, zihinsel ve
entelektüel mevcudiyetime. (s. 125)
Sorularımı
tartmış, biraz düşünmüş ve yanıtlamıştı.
“Onlarla
olduğumda ya da ödevlerini okuduğumda tamamıyla yanlarındayım başka yerde
değil.”
Eklemişti:
“Fakat
başka yerdeysem artık onlarla olmaktan çıkıyorum.” (s. 129)
Hiçbir
şey anlamadığımız, birinin diğerini hemen sildiği, sanki daha çok unutmak için
eğitiliyormuşuz gibi ezberletilen o haftalık şiirler! (s. 146)
Hepimiz,
edebiyatın sözlü kaynağından fışkıran bu büyük nehir tarafından sürüklenen
küçücük balıklarız. (s. 149)
Bilgi
öncelikle tenseldir. Algılayan kulaklarımız ve gözlerimiz, aktaran ise
ağzımızdır. Kuşkusuz bu bilgi bize kitaplardan gelir, ama kitaplar da bizden
çıkar. Bir düşünce ses çıkartır ve okuma zevki söyleme ihtiyacından doğan bir
mirastır. (s. 150)
Bir
alçak kötü biri ya da bir deli de kral olabilir, ama çok az insan gerçek
anlamda insan olabilir. (Rousseau, Emile) (s. 154)
Paniğe
gerek yok Sayın müfettiş, bilgi ile oynamasını bilmek gerekir. Oyun, gösterilen
çabanın nefesi, kalbin öteki ritmidir, eğitimin ciddiyetine halel getirmez,
onun bir parçasıdır. Bir de dersle oynamak aynı zamanda onu öğrenmemize vesile
olur.
İp
atlamakta olan boksörü çocuk yerine koymayın, düşüncesizlik olur. (s. 157)
Anlamsız
cevap her şeye rağmen bir bağlantı kurmaya çalışan cehaletin diplomatik
itirafıdır. Elbette, belli bir isyanın ifade ediliş biçimi de olabilir. (s.
169)
“Bir öğretmenle bir alet arasındaki farkı biliyor musun sen? Kötü öğretmeni tamir
etmenin imkânı yoktur" (s. 253)
Hayır,
bugünkü öğrencilerle eskiler arasındaki temel fark başka yerde: Artık onlar
ağabeylerinin eskimiş kazaklarını giymiyorlar. Alın size gerçek fark! Annem,
Bernard'a bir kazak örerdi, o büyüdüğünde de aynı kazağı bana giydirirdi. Aynı
şey diğer ağabeylerimiz Doumé ve Jean- Louis için de geçerliydi. Annemizin
"kalın süveterleri" Noel'in olmazsa olmaz sürprizi olurdu. Ana kazağı
diye bir marka veya bir etiket bulunmazdı, buna rağmen benim zamanımda
çocukların çoğu annesinin ördüğü kazakları giyerdi.
Bugün
ise pazarlamacı büyükanne büyük küçük herkesi giydiriyor. Giydiren, yediren,
susuzluğu gideren, ayakkabı temin eden, saça biçim veren, her birimizi donatan,
öğrenciyi elektronikle kuşatan; onu patenlere, bisikletlere, motosikletlere,
trotinetlere bindiren hep o. Öğrenciyi eğlendiren, bilgilendiren, iletişim
ağlarına bağlayan, aralıksız müzik paylaşımına yerleştiren, onu tüketilebilir
evrenin dört bir tarafına savuran, uyutan, uyandıran ve sınıfta otururken, onu
rahatlatmak için cebinin dibinde titreşen yine odur: Korkma, buradayım.
Buradayım, telefonunun içinde, eğitim gettosunun rehinesi değilsin sen! (s.
265)
Gezegenimiz
üzerinde günümüzde beş tip çocuk yaşıyor: Bizde müşteri çocuk, başka gökler
altında üretici çocuk, başka bir diyarda asker çocuk, fuhuş yapan çocuk ve
metronun içbükey panolarından açlık ve terk edilmişlik okunan bakışlarının
gölgesini belli aralıklarla dönem dönem bıkkınlığımızın üzerine düşüren,
ölmekte olan çocuk.
Bu
beşinin tamamı da çocuk.
Hepsi
araç olarak kullanılıyor. (s. 268)
Okul
Sıkıntısı
Daniel
Pennac
Can
Yayınları
Yorumlar