Okul Sıkıntısı


Okur Dergisinin 10. sayısı için Daniel Pennac'ın Okul Sıkıntısı kitabı ile ilgili yazdığım denemeyi bu bağlantıdan okuyabilirsiniz.

Kitaptan altını çizdiğim satır ve paragrafları aşağıda paylaşıyorum.

Kaygılı kaygılı bana bakarak, usulca soruyor: "Ne işle uğraşıyorsun sen?" Geleceğim ona daha en başından o kadar netameli görünmüştü ki, bugünümden hiçbir zaman tam olarak emin olamıyordu. Herhangi bir şey olamayacağımdan onun gözünde ayakta kalabilecek kadar donanımlı değildim. Onun bir türlü dikiş tutturamayan oğluydum. Oysa, öğretmen olarak ilk sınıfıma girdiğim 1969 yılının o Eylül ayından beri paçayı kurtardığımdan da haberdardı. Fakat buna rağmen, takip eden on yıllar boyunca (yani yetişkin insan hayatım boyunca), telefonlarımla, mektuplarımla, ziyaretlerimle, kitaplarımın, gazete makalelerimin yayımlanmasıyla ya da Pivot'nun benden alıntılar yapmasıyla ona ulaşan her "başarı kanıtında" bile için için endişelenmeyi sürdürmüştü. Ne meslek hayatımın sürekliliği ne edebiyat alanındaki çalışmalarımın kabul görmesi ne de başkalarının hakkımda söylediği ya da basından okuyabildiği şeyler onu tam olarak rahatlatmaya yetmişti. (s. 15)

Anlamıyordum. Kafamın almaması durumu o kadar eskilere dayanıyordu ki, çocukken ailem bunun ilk çıkış noktasını tarihleyebilmek adına bir hikâye bile uydurmuştu: Alfabeyi öğrenirken ortaya çıkmıştı durum. A harfini ancak bir ders yılı sonunda kavrayabildiğim anlatılır da anlatılır. Bir yılda a harfi. Ulaşılamaz b'nin ötesin de cehaletimin çölü başlıyordu.

“Panik yapmayın, yirmi yıl içerisinde alfabeyi tamamıyla sökmüş olacak.” (s. 17)

"Yani sonuçta bahaneler uydururdun."

Evet, tembel tenekelerin huyudur bu. Durmadan tembelliklerine bahaneler uydururlar: Geri zekâlıyım, asla başaramayacağım, denemeye bile değmez, baştan bitmiş bu iş, size söylemiştim, okul bana göre değil... Okul onlara, bazen birtakım öğretmenlerin de yardımıyla girişini kendilerine yasakladıkları özel bir kulüp gibi gelir. (s. 23)

Ah! Okul hayatının hiçe sayıldığı bir çeteye karışmak! Ne düş ama! Bir çeteyi çekici kılan nedir? Kendini kabul ettirmenin hazzıyla çeteye karışıp erimek. O şahane kimlik hayalleri! Her şey, eğitim dünyasının o mutlak tuhaflık duygusunu unutup yetişkinlerin o hor gören bakışlarından kaçıp kurtulmak için. Nasıl da hep aynı noktaya bakar bu bakışlar! O sürüp giden yalnızlık duygusuna bir birlik duygusuyla buraya başka bir yerle, bu hapishaneye bir başka alanla karşı çıkmak. Ne pahasına olursa olsun, gerekirse sadece yumrukların konuştuğu ve en iyi koşulda, bir hapishaneye götürecek bir korsan gemisiyle bile olsa, tembeller adasından firar etmek. Başkalarını, öğretmenleri, yetişkinleri kendimden öylesine daha güçlü ve yumruktan çok daha ezici bir güce sahipmişler gibi hissederdim ki, bir zaman takıntıya varan bir öç alma duygusuna kapıldığım olurdu. (s. 32)

Bugün çetelerin kurulma nedeni olarak suçu sadece banliyö fenomenine yükleyenlere şöyle diyorum: Haklısınız, evet, işsizlik, evet istenmeyenlerin bir arada toplanması, evet, etnik gruplaşma, evet marka zulmü, evet tek ebeveynli aileler, evet bunlara paralel olarak gelişen bir ekonomi ve her tür yasadışı alışveriş, evet evet evet. Fakat el atıp düzeltebileceğimiz tek şey olan ve pedagojinin olmadığı zamanlardan kalma bir durumu görmez den gelmeyelim: Dersini anlamayan ve ondan başka herkesin anladiğı bir dünyada kaybolmuş bir öğrencinin yalnızlığı ve utancı.

Bu konuda eğitimli olsak da olmasak da, bir tek biz onu bu hapishaneden kurtarabiliriz. Beni kurtarmış olan -ve benden bir öğretmen çıkartmış olan- öğretmenler bunun eğitimini almamışlardı. Benim okul hayatımdaki aksaklığın kaynağıyla ilgilenmediler. Sebeplerini aramakla da, bana vaaz vermekle de zaman kaybetmediler. Zor durumdaki ergenlerle karşı karşıya gelen yetişkinlerdi onlar. Kendi kendilerine, bu işin acil olduğunu söylediler ve balıklama daldılar. Beni ıskaladılar. Tekrar daldılar, her gün bir kez daha denediler, tekrar ve tekrar... Sonunda beni oradan çekip çıkardılar. Benimle beraber başkalarını da.

Kelimenin tam anlamıyla bizi tehlikeli sulardan çekip çıkardılar. Onlara yaşamlarımızı borçluyuz. (s. 41-42)

Çünkü söz konusu okul olduğunda mükemmellik ince elenen sık dokunan bir konudur. Parlak öğrenciler için iyi okullar ve kazazedeler için iyi olan okullar vardır. Tartışmanın özü budur. (s. 50)

Doğrusunu söylemek gerekirse bütün anneler biraz utanir ve hepsi de oğullarının geleceği için kaygılanırlar: "Ona ne olacak?" Çoğu, ilerisini bugünün geleceğin saplantılı ekranına yansıması olarak tasavvur eder. Gelecek, bu imajın alabildiğine büyütülerek umutsuz bugünlerin yansıtıldığı bir duvar gibidir, işte annelerin en büyük korkusu! (s. 53)

O zaman komik bir hikâye anlatmayı deniyorum:

“Tanrı’yı güldürmenin tek yolu nedir biliyor musunuz?"

Telefonun diğer ucunda bir tereddüt.

“Ona projelerinizden söz edin."

Başka bir ifadeyle, panik yapmayın, hiçbir şey öngörüldüğü gibi gerçekleşmez. Geçmişe karışan geleceğin bize öğrettiği tek şey budur. (s. 54)

Tembeller sözcüklerle beslenirler. (s. 60)

"Kötü öğrencilerimiz" (bir şey olamayacakları konusunda adı çıkmışlar) okula asla yalnız gelmez. Sınıfa giren bir soğandır: birkaç kattan oluşan hüzün, korku, endişe, içerleme, kızgınlık, yerine getirilememiş istekler, öfkeli vazgeçişler, hepsi de utanılacak geçmişten, tehditle bugünden, faturası peşin kesilmiş gelecekten oluşan kabuklar. Bakın, kabuk kabuk bedenleri ve sırt çantalarında aileleriyle geliyorlar işte. Ders, sırtlardaki yük yere bırakıldığında ve soğanın kabukları soyulduğunda başlayabilir ancak. Bunu anlatmak biraz zor ama çoğunlukla tek bir bakış, tek bir iyi söz, güven telkin eden bir yetişkinden tutarlı ve açık tek bir konuşma, söz konusu bu hüznü dağıtmak, ruhları rahatlatmak, onları günümüze, şimdiki zamanın içerisine çekip yerleştirmemiz için yeterli oluyor.

Olumlu etkilerin geçici olması doğaldır. Soğan çıkışta tekrar eski haline dönüşecek ve kuşkusuz, yarın tekrar baştan almak gerekecek. Fakat öğretmek işte böyle bir şey: Öğretmenliği mecburen bırakana dek baştan başlamak. Eğer öğrencilerimizi derslerimizin şimdiki zaman na çekmekte başarışız olursak, eğer bildiklerimizi oğullarımız ve kızlarımız üzerinde başarıyla kullanamazsak kelimenin bitkisel anlamıyla, hayatları inanılmaz eksiklikle yeraltındaki lağım borularının üzerinde ileri geri sallanacaklardır. Elbette bu dehlizleri sadece biz kazmadık, sadece biz doldurmadık, fakat bu kadınlar ve erkekler, yine de, gençliklerinin bir veya birkaç yılını bizlerin karşısında oturarak geçirdiler. Ayrıca ziyan olmuş bir okul yılı hiç de küçümsenecek bir şey değildir: Kavanozun içinde çok uzun bir zaman dilimidir. (s. 68-69)

Öğrenme için ayrı bir zaman icat etmek gerekir. Örneğin şimdiki zamanın ete kemiğe büründürülmesi gibi. Buradayım, bu sınıftayım ve nihayet anlıyorum! Oldu işte! Beynim bedenime iletiyor: Beynimdeki, ete kemiğe bürünüyor. Tersine, böyle olmadığında, bir şey anlayamadığımda; olduğum yerde buharlaşıyor, geçmek bilmeyen bu zamanın içerisinde parçalara ayrılıyor, toza dönüşüyorum ve en ufak bir esinti beni dağıtmaya yetiyor. Yalnızca bilginin bir dersin şimdiki zamanında beden bulması için geçmişi bir ayıp gibi, geleceği de bir cezaymış gibi havada sallayıp durmamak gerek. (s. 70)

Zaman... Geçip gitmesi logaritmik olarak algılamak için yaşlanmam gerektiğini bilmezdim. (s. 90)

O zamanlar okumak bugünkü gibi anlamsız bir yiğitlik değildi. Bir zaman kaybı olarak algılanır, derslere mani olduğu söylenir ve eğitim süresince roman okumak bize yasaklanırdı. Gizli okur yeteneğimin kökeni buradan gelir: Olabilecek her yere gizlenen, üzerleri ders kitaplarıymış gibi kaplanan romanlar, el feneriyle gece okumaları, beden eğitimi muafiyeti gibi şeyler benim bir kitapla baş başa kalmam için yeterliydi. Bu zevki bana yatlı okul kazandırdı. Orada bana ait bir dünya lazımdı, bu dünya kitapların dünyası oldu. (s. 92)

Yazarlarla ben baş başaydık. Onları okurken kendimi eğittiğimden, okuduklarımı unuttuğumda bile içimde tortusu kalacak bir iştahı uyandırdıklarından bihaberdim. (s. 94)

Dilbilgisi sıkıntısı yine dilbilgisiyle, imla hataları yine imla ödevleriyle, okuma korkusu okuyarak, anlamama endişesi metnin içine dalarak ve düşünmeme alışkanlığı ise bizi şimdi şu anda bu sınıfta bu ders sırasında burada olduğumuz süre içerisinde meşgul edecek tedavi yollarıdır. (s. 118)

Eğer onlardan akıllarını tamamen bana vermelerini bekliyorsam, onların dersimin içerisine yerleşmelerine yardımcı olmak zorundayım. Bunu başarmanın yolları nedir? Bu, yıllar içerisinde özellikle de sahada öğrenilen bir şeydir. Emin olduğum tek bir şey varsa, o da öğrencilerimin sınıftaki varlıklarının benimkiyle doğrudan bağlı olduğudur: Elli beş dakika süren dersim boyunca bütün bir sınıf ve tek tek her öğrenci için var olmama, fiziksel, zihinsel ve entelektüel mevcudiyetime. (s. 125)

Sorularımı tartmış, biraz düşünmüş ve yanıtlamıştı.
“Onlarla olduğumda ya da ödevlerini okuduğumda tamamıyla yanlarındayım başka yerde değil.”
Eklemişti:
“Fakat başka yerdeysem artık onlarla olmaktan çıkıyorum.” (s. 129)

Hiçbir şey anlamadığımız, birinin diğerini hemen sildiği, sanki daha çok unutmak için eğitiliyormuşuz gibi ezberletilen o haftalık şiirler! (s. 146)

Hepimiz, edebiyatın sözlü kaynağından fışkıran bu büyük nehir tarafından sürüklenen küçücük balıklarız. (s. 149)

Bilgi öncelikle tenseldir. Algılayan kulaklarımız ve gözlerimiz, aktaran ise ağzımızdır. Kuşkusuz bu bilgi bize kitaplardan gelir, ama kitaplar da bizden çıkar. Bir düşünce ses çıkartır ve okuma zevki söyleme ihtiyacından doğan bir mirastır. (s. 150)

Bir alçak kötü biri ya da bir deli de kral olabilir, ama çok az insan gerçek anlamda insan olabilir. (Rousseau, Emile) (s. 154)

Paniğe gerek yok Sayın müfettiş, bilgi ile oynamasını bilmek gerekir. Oyun, gösterilen çabanın nefesi, kalbin öteki ritmidir, eğitimin ciddiyetine halel getirmez, onun bir parçasıdır. Bir de dersle oynamak aynı zamanda onu öğrenmemize vesile olur.

İp atlamakta olan boksörü çocuk yerine koymayın, düşüncesizlik olur. (s. 157)

Anlamsız cevap her şeye rağmen bir bağlantı kurmaya çalışan cehaletin diplomatik itirafıdır. Elbette, belli bir isyanın ifade ediliş biçimi de olabilir. (s. 169)

“Bir öğretmenle bir alet arasındaki farkı biliyor musun sen? Kötü öğretmeni tamir etmenin imkânı yoktur" (s. 253)

Hayır, bugünkü öğrencilerle eskiler arasındaki temel fark başka yerde: Artık onlar ağabeylerinin eskimiş kazaklarını giymiyorlar. Alın size gerçek fark! Annem, Bernard'a bir kazak örerdi, o büyüdüğünde de aynı kazağı bana giydirirdi. Aynı şey diğer ağabeylerimiz Doumé ve Jean- Louis için de geçerliydi. Annemizin "kalın süveterleri" Noel'in olmazsa olmaz sürprizi olurdu. Ana kazağı diye bir marka veya bir etiket bulunmazdı, buna rağmen benim zamanımda çocukların çoğu annesinin ördüğü kazakları giyerdi.

Bugün ise pazarlamacı büyükanne büyük küçük herkesi giydiriyor. Giydiren, yediren, susuzluğu gideren, ayakkabı temin eden, saça biçim veren, her birimizi donatan, öğrenciyi elektronikle kuşatan; onu patenlere, bisikletlere, motosikletlere, trotinetlere bindiren hep o. Öğrenciyi eğlendiren, bilgilendiren, iletişim ağlarına bağlayan, aralıksız müzik paylaşımına yerleştiren, onu tüketilebilir evrenin dört bir tarafına savuran, uyutan, uyandıran ve sınıfta otururken, onu rahatlatmak için cebinin dibinde titreşen yine odur: Korkma, buradayım. Buradayım, telefonunun içinde, eğitim gettosunun rehinesi değilsin sen! (s. 265)

Gezegenimiz üzerinde günümüzde beş tip çocuk yaşıyor: Bizde müşteri çocuk, başka gökler altında üretici çocuk, başka bir diyarda asker çocuk, fuhuş yapan çocuk ve metronun içbükey panolarından açlık ve terk edilmişlik okunan bakışlarının gölgesini belli aralıklarla dönem dönem bıkkınlığımızın üzerine düşüren, ölmekte olan çocuk.

Bu beşinin tamamı da çocuk.

Hepsi araç olarak kullanılıyor. (s. 268)

Okul Sıkıntısı
Daniel Pennac
Can Yayınları

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kibrit-i Ahmer'in Peşinde

Râvi

Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti