Cesur Yeni Dünya
Aile diye bir kavramın olmadığı (hatta anne-baba kelimelerinin müstehcen kelimeler olarak telakki edildiği), insanların kuluçka merkezlerinde belli toplumsal düzeylere göre "şartlandırılarak üretildiği" bir yer Cesur Yeni Dünya.
Bir bilimkurgu roman olan kitabı okumaya başladığınızda biraz kafanız karışabiliyor. Çünkü yazar kurguladığı dünyaya ait çok fazla teknik terim kullanmış. Ama kitabın ilerleyen sayfalarında hikaye sizi içine çekiyor ve kendinizi o dünyanın içinde buluyorsunuz. Hoş, yaşadığımız dünyanın Huxley’in kurgusundan pek farkı da kalmadı sayılır aslında.
Hatta, bundan dolayıdır ki, kitabı bitirdikten sonra karşılaştığım manzara ve durumlardan mütevellit zihnimden hep bu cümle geçip duruyor: Cesur Yeni Dünya
Kitaptan ilginç bulduğum satır ve paragrafları aşağıda bulabilirsiniz:
“Sadece size genel bir fikir vermek için," diye açıkladı öğrencilere. Çünkü zaten işlerim zekice yapacaklarsa genel bir fikirleri olmak zorundaydı -ancak toplumun iyi ve mutlu üyeleri olacaklarsa ne kadar az bilirlerse o kadar iyi olurdu. çünkü herkesin bildiği gibi, tikeller, erdem ve mutluluğu getirir; genellikler ise entelektüel açıdan kaçınılmaz belalardır. Toplumun omurgasını düşünürler değil, Oymacılar ve pul kolleksiyoncular oluştururlar. (s. 24)
“Bu da," diye veciz bir ifadeyle ekledi Müdür, “mutluluk ve erdemin sırrıdır -yapmak zorunda olduğun şeyi sevmek. Tüm şartlandınnalann amacı budur: insanlara, kaçınılmaz toplumsal yazgılarını sevdirmek." (s. 38)
Kır çiçekleri ve manzara seyretmenin önemli bir kusuru var, bedavalar, diye açıkladı. Doğa sevgisiyle fabrikalar çalışmaz. En azından alt sınıflarda doğa sevgisini kaldırmaya karar verildi, ancak ulaşım tüketimi eğilimi kalacaktı. Çünkü elbette nefret etseler de kırlara gitmeye devam etmeleri önemliydi. Sorun, ulaşım tüketimi için kır çiçekleri ve manzara seyretmekten ekonomik olarak daha sağlam bir neden bulmaktı. Gerektiği şekilde bulundu. (s. 45)
Çarklar sürekli dönmeli, ama bakımsız dönemezler. Onlara bakacak adamlar gerekir, dingilleri üzerinde dönen çarklar misali sarsılmaz adamlar, aklı basında itaatkar adamlar, mutlu ve istikrarlı adamlar. (s. 67)
Yorulmak bilmez fısıltı, "Fakat eski elbiseler korkunçtur," diye devam ediyordu. "Eski elbiseleri daima çöpe atarız. Atıp kurtulmak onarmaktan iyidir, atıp kurtulmak onarmaktan iyidir, kurtulmak..." (s. 74)
“Şimdilerde - gelişme işte budur - yaşlı insanlar çalışıyor, çiftleşiyor, keyiften başlarını kaldıracak zamanlan yok, oturup düşünecek tek bir saniyeleri bile yok - ya da olur da elle tutulur meşgalelerinin ortasinda küçük bir zaman boşluğu açılırsa o zaman da soma yardıma koşar, şahane soma, yarım gramı yanm tatil, bir gramı bir hafta sonu, iki gramı muhteşem Dogu'ya bir yolculuk, üç gramı ayda karanlık bir ebediyettir; dönünce kendilerini boşluğun diğer tarafında bulurlar, günlük çalışma ve meşgalelerin sağlam zeminine güvenle basar ayakları, bir oynaşmadan diğerine koştururlar, taş gibi kızın birinden diğerine bir Elektro-manyetik Golf Sahası'ndan diğerine..." (s. 82)
Zihinsel aşırılık, kendi amaçları doğrultusunda, kasti bir yalnızlığın gönüllü körlük ve sağırlığını, yapay zevklerden el çekme iktidarsızlığını doğurabiliyordu. (s. 97)
Sözcüklerin iyi olması yetmiyor; onları iyi bir amaç uğruna kullanmak gerekiyor. (s. 98)
"Elbette memnunlar. Nasıl olmazlar ki? Başka birşey olmanın nasıl olduğunu bilmiyorlar. Bizler memnun olmazdık, tabii. Ama bizler farklı şartlandırıldık. Üstelik bizler farklı bir kalıtımdan geliyoruz." (s. 103)
"Evet, artık herkes mutlu," diye tekrarladı Lenina. Aynı sözcükler, oniki yıl boyunca her gece yüzelli kez kulaklarına tekrarlanmıştı. (s. 104)
"Ama ben istiyorum," diyerek ısrar etti. "Kendimi sanki..." tereddüt etti, kendini ifade edecek sözcükleri arıyordu, "demek istediğim, daha çok kendim oluyorum sanki. Daha çok kendi başıma, tamamen başka bir şeyin parçası olmaktan çıkıyorum. Salt toplumsal gövdenin bir hücresi olmaktan kurtuluyorum. Sana da böyle hissettirmiyor mu, Lenina?"
Ama Lenina ağlıyordu. "Korkunç, korkunç," diye tekrarlıyordu. "Nasıl böyle toplumsal gövdenin bir parçası olmamayı istemekten söz edebiliyorsun? Sonuçta, herkes herkes için çalışır. Hiç kimseden vazgeçemeyiz. Epsilonlar bile..."
"Evet, biliyorum," dedi Bernard alaycı bir tonla. "Epsilonlar bile faydalıdır ! Ben bile faydalıyım. Keşke olmasaydım!"
Kutsal şeylere saygısızlığı Lenina'yı çok şaşırtmıştı. "Bernard!" diyerek şaşkınlık ve ızdırap dolu bir sesle kınadı. "Nasıl böyle yaparsın?"
Değişik bir tonla, "Nasıl yaparım?" diye tekrarladı düşünce içinde. "Hayır, asıl sorun şu: Nasıl olur da yapamam, ya da daha doğrusu - çünkü sonuçta, niye yapamayacağımı biliyorum yapabilseydim ne olurdu, özgür olsaydım - şartlandırılmam beni köleleştirmeseydi."
"Fakat, Bernard, sen korkunç şeyler söylüyorsun."
"Özgür olmak istemez miydin, Lenina?"
"Ne demek istediğini anlamıyorum. Ben özgürüm. Zamanımı keyifli geçirmek konusunda özgürüm. Şimdilerde herkes mutlu."
Bernard güldü, "Evet, 'Şimdilerde herkes mutlu'. Çocuklara beş yaşında öğretiyoruz bunu. Ama başka bir şekilde mutlu olmak istemez miydin, Lenina? (s. 122-123)
Lenina ciddi bir ifadeyle, "Bugün alabileceğin keyfi asla yarına erteleme," dedi.
Bernard'ın tek söylediği, "Ondört yaşından onaltı buçuğa kadar haftada iki kezden toplam ikiyüz tekrar," oldu. Delice ve abuk sabuk olan konuşma, ipsiz sapsız devam etti. "Tutku nedir öğrenmek istiyorum," dediğini duydu. "Bir şeyleri yoğun hissetmek istiyorum."
"Birey hissederse, topluluk sendeler," dedi Lenina.
"Niye biraz sendelemesin ki?"
"Bernard!"
Bernard hiç istifini bozmadı.
"Entelektüel açıdan ve çalışma saatleri süresince yetişkiniz," diye devam ederek, "duygu ve arzular söz konusu olduğundaysa çocukça davranıyoruz," dedi. (s. 126)
Mr. Marx," diyerek devam etti, "Çalışma saatleri dışındaki davranışlarınızla ilgili olarak aldığım raporlardan hiç memnun değilim. Bunun beni ilgilendirmediğini söyleyebilirsiniz. Ama ilgilendiriyor. Merkez'in adına gölge düşüremem. Çalışanlarım, özellikle de en üst sınıflardan olanlar, kesinlikle şüpheden arınmış olmalıdırlar. Alfalar, duygusal açıdan çocukça davranmak zorunda kalmayacak şekilde şartlandırılmışlardır. Bu bile kendi başına, uyum sağlamak için özel çaba göstermenin gerekçesidir. Kendi eğilimleri bu yönde olmasa bile görevleri çocukça davranmaktır. Sonuç olarak Mr. Marx, sizi uyarıyorum." Müdür'ün sesi şimdi kesinlikle kişisellikten arınmış bir haklılıkla titriyordu -sesi Toplum'un itirazını seslendiriyordu. "Eğer bir kez daha standart çocukça davranışlardan ayrıldığınızı duyarsam, bir Alt Merkez'e -tercihen İzlanda'ya- transferinizi isteyeceğim. İyi sabahlar." Sandalyesinde dönüp kalemini aldı ve yazmaya başladı. (s. 132)
Yani, bir çocuk sana bir helikopterin nasıl çalıştığını ya da dünyayı kimin yarattığını sorarsa -ve sen bir Beta'ysan, oldun olalı Dölleme Odası'nda çalışmışsan, ne yanıt verirsin? Ne yanıt verirsin?" (s. 160)
Birden kalbinin yok olduğunu ve yerinde bir çukur kaldığını hissetti, içi boşalmıştı.
(s. 172)
Günler geçti. Başarı, Bernard'ın başını döndürmüş ve bu arada (her iyi uyuşturucunun yapacağı gibi) o zamana kadar hiç de memnun olmadığı dünyayla uzlaştırmıştı. (s. 199)
"Mutsuzluğu, burada yaşadığın sahte, yalancı mutluluğa yeğlerim." (s. 224)
Bir dostun temel işlevlerinden biri, vermek istediğimiz, ama düşmanlarımıza uygulayamadığımız cezaları (daha yumuşak ve sembolik bir biçimde) çekmektir. (s. 225)
Linda yalnız ölmüyordu -başka insanlar ve modern teknoloji eşliğinde ölüyordu. Odanın havası, neşeli sentetik melodilerle sürekli canlı tutuluyordu. Her yatağın ayakucunda, ölümcül hastaların tam karşısında bir televizyon kutusu duruyordu. Televizyonlar, akan bir musluk misali sabahtan geceye dek açık tutuluyordu. Odanın havasındaki parfüm her onbeş dakikada bir otomatik olarak değiştiriliyordu. (s. 247)
İhtiyarlık öyle şiddetli bir biçimde çökerdi ki, yanakları yaşlandıracak zamanı olmazdı - sadece kalbi ve beyni yaşlandırırdı. (s. 248)
"Çünkü bizim dünyamız Othello'nunkiyle aynı değil. Çelik olmadan araba yaratamazsınız - aynı şekilde, sosyal çalkantı olmadan da trajedi yaratamazsınız. Dünya şu anda istikrara kavuşmuş durumda. İnsanlar mutlu; istediklerini alıyorlar ve ulaşamayacakları şeyleri de asla istemiyorlar. Refahları yerinde; emniyetteler; hiç hastalanmıyorlar; ölümden korkmuyorlar; ihtiras ve ihtiyarlıktan habersiz ve bundan da çok memnunlar; veba gibi bir illet olan anne ve babaları yok; güçlü duygular hissedecekleri eşleri, çocukları ve sevgilileri yok; şartlandırmaları uyarınca davranmaları gerektiği gibi davranmak zorundalar. Herhangi bir sorun çıkması durumunda da soma var. Siz de tutup, özgürlük adına pencereden savurdunuz, Bay Vahşi. Özgürlük!" Güldü. "Bir de Deltaların, özgürlüğün ne olduğunu bilmelerini bekliyordunuz! Şimdi de Othello'yu anlamalarını bekliyorsunuz! Vah güzel çocuğum vah!" (s. 272)
Değişmek istemiyoruz. Her değişim, istikrar için bir tehdit unsurudur. İşte size yeni buluşları uygulama konusunda temkinli davranmamız için bir sebep daha. Salt bilim konusunda yapılan her buluş, yıkıcılık potansiyeli taşır; bazen her bilim dalına olası bir düşman muamelesi yapmak gerekir. Evet, bilime bile."
"Bilim mi?" Vahşi kaşlarını çattı. Bu sözcüğü tanıyordu. Ama gerçek anlamını çıkaramıyordu. Shakespeare ve köyün yaşlıları bilimden hiç söz etmemişlerdi, Linda'nın söylediklerinden hayal meyal bir fikir edinebilmişti: bilimle helikopter yapılırdı, bilim, Mısır Dansları'na gülmene sebep olurdu, yüzdeki kırışıklıkları ve dişlerin
dökülmesini önleyen bir şeydi. Denetçi'nin kastettiği şeyi anlayabilmek için kendini zorladı. (s. 277-278)
Kapı kapanırken, "Duyan da boğazı kesilecek sanır," dedi Denetçi. "Oysa birazcık aklı olsa, cezasının aslında bir ödül olduğunu anlardı. Bir adaya gönderiliyor. Anlamı şu, dünyanın her tarafından gelen en ilginç erkek ve kadınlarla tanışacağı bir yere gönderiliyor. Şu ya da bu nedenle cemaat hayatına aykırı düşecek kadar bireyselliğinin farkına varmış bir sürü insan. Düzenden memnun olmayan, kendi bağımsız düşünceleri olan insanlar. Kısacası, biri olmayı başaran herkes. Size neredeyse imreniyorum, Mr. Watson." (s. 280)
Mutluluk zor zanaat - özellikle de konu başkalarının mutluluğu olunca. İnsan eğer sorgulamaksızın kabullenmeye şartlandırılmamışsa, mutluluk, gerçekten çok daha zor bir uğraş. (s. 280)
"Öyleyse Tanrı'nın olmadığına mı inanıyorsunuz?"
"Hayır, büyük olasılıkla bir tane var."
"Öyleyse niye...?"
Vahşi'nin sözünü kesti.
"Fakat farklı insanlara farklı gösteriyor kendini. Modernlik öncesi çağlarda kendini, bu kitaplarda tarif edilen biçimde gösteriyordu. Şimdi ise..."
"Şimdi nasıl gösteriyor kendini?" dedi Vahşi.
"Kendini yokluk şeklinde gösteriyor; sanki hiç yokmuş gibi."
"Bu sizin suçunuz."
"Uygarlığın suçu diyelim. Tanrı; makinelerle, bilimsel tıp ve evrensel mutlulukla uyuşamaz. Kendi seçimini yapman gerekir. Bizim uygarlığımız, makineleri, tıbbı ve mutluluğu seçti. İşte bu nedenle bu kitapları kasada kilitli tutmak zorundayım. Müstehcen şeyler bunlar. İnsanlar şok olurdu eğer..." (s. 289-290)
"Yine de," diyen Vahşi, ısrarını sürdürdü, "tek başınayken Tanrı'ya inanmak doğaldır -yalnız başına, gecenin bir yarısında, ölümü düşünerek..."
"Fakat şimdilerde insanlar hiç yalnız kalmıyorlar," dedi Mustafa Mond. "İnsanların yalnızlıktan nefret etmelerini sağlıyoruz ve yaşamlarını hiç yalnız kalmayacak şekilde düzenliyoruz." (s. 290)
"Kendinizi Tanrı düşüncesinden soyutlamasaydınız, tensel günahlarla alçalmazdınız. Her şeyi sabırla karşılamak ve cesaretle hareket etmek için bir nedeniniz
olurdu. Kızılderililerin bunu başardığına tanık oldum." (s.292)
Vahşi kaşlarını çatarak başını salladı. "Köklerini kazıdınız. Evet, kesinlikle sizin tarzınız. Katlanmayı öğrenmek yerine tatsız olan her şeyin kökünü kazımak. Hangisi daha onurludur usumuzca, acımasız kaderin sapan taşları ve oklarına katlanmak mı, yoksa silah kuşanıp karşı koyarak son vermek mi dert yağmuruna... Ama siz bunların hiçbirini yapmıyorsunuz. Ne katlanıyor, ne de karşı koyuyorsunuz. Yalnızca sapan taşlarını ve okları siliyorsunuz yeryüzünden. Kolayına kaçıyorsunuz." (s. 294)
Cesur Yeni Dünya
Aldous Huxley
Bir bilimkurgu roman olan kitabı okumaya başladığınızda biraz kafanız karışabiliyor. Çünkü yazar kurguladığı dünyaya ait çok fazla teknik terim kullanmış. Ama kitabın ilerleyen sayfalarında hikaye sizi içine çekiyor ve kendinizi o dünyanın içinde buluyorsunuz. Hoş, yaşadığımız dünyanın Huxley’in kurgusundan pek farkı da kalmadı sayılır aslında.
Hatta, bundan dolayıdır ki, kitabı bitirdikten sonra karşılaştığım manzara ve durumlardan mütevellit zihnimden hep bu cümle geçip duruyor: Cesur Yeni Dünya
Kitaptan ilginç bulduğum satır ve paragrafları aşağıda bulabilirsiniz:
“Sadece size genel bir fikir vermek için," diye açıkladı öğrencilere. Çünkü zaten işlerim zekice yapacaklarsa genel bir fikirleri olmak zorundaydı -ancak toplumun iyi ve mutlu üyeleri olacaklarsa ne kadar az bilirlerse o kadar iyi olurdu. çünkü herkesin bildiği gibi, tikeller, erdem ve mutluluğu getirir; genellikler ise entelektüel açıdan kaçınılmaz belalardır. Toplumun omurgasını düşünürler değil, Oymacılar ve pul kolleksiyoncular oluştururlar. (s. 24)
“Bu da," diye veciz bir ifadeyle ekledi Müdür, “mutluluk ve erdemin sırrıdır -yapmak zorunda olduğun şeyi sevmek. Tüm şartlandınnalann amacı budur: insanlara, kaçınılmaz toplumsal yazgılarını sevdirmek." (s. 38)
Kır çiçekleri ve manzara seyretmenin önemli bir kusuru var, bedavalar, diye açıkladı. Doğa sevgisiyle fabrikalar çalışmaz. En azından alt sınıflarda doğa sevgisini kaldırmaya karar verildi, ancak ulaşım tüketimi eğilimi kalacaktı. Çünkü elbette nefret etseler de kırlara gitmeye devam etmeleri önemliydi. Sorun, ulaşım tüketimi için kır çiçekleri ve manzara seyretmekten ekonomik olarak daha sağlam bir neden bulmaktı. Gerektiği şekilde bulundu. (s. 45)
Çarklar sürekli dönmeli, ama bakımsız dönemezler. Onlara bakacak adamlar gerekir, dingilleri üzerinde dönen çarklar misali sarsılmaz adamlar, aklı basında itaatkar adamlar, mutlu ve istikrarlı adamlar. (s. 67)
Yorulmak bilmez fısıltı, "Fakat eski elbiseler korkunçtur," diye devam ediyordu. "Eski elbiseleri daima çöpe atarız. Atıp kurtulmak onarmaktan iyidir, atıp kurtulmak onarmaktan iyidir, kurtulmak..." (s. 74)
“Şimdilerde - gelişme işte budur - yaşlı insanlar çalışıyor, çiftleşiyor, keyiften başlarını kaldıracak zamanlan yok, oturup düşünecek tek bir saniyeleri bile yok - ya da olur da elle tutulur meşgalelerinin ortasinda küçük bir zaman boşluğu açılırsa o zaman da soma yardıma koşar, şahane soma, yarım gramı yanm tatil, bir gramı bir hafta sonu, iki gramı muhteşem Dogu'ya bir yolculuk, üç gramı ayda karanlık bir ebediyettir; dönünce kendilerini boşluğun diğer tarafında bulurlar, günlük çalışma ve meşgalelerin sağlam zeminine güvenle basar ayakları, bir oynaşmadan diğerine koştururlar, taş gibi kızın birinden diğerine bir Elektro-manyetik Golf Sahası'ndan diğerine..." (s. 82)
Zihinsel aşırılık, kendi amaçları doğrultusunda, kasti bir yalnızlığın gönüllü körlük ve sağırlığını, yapay zevklerden el çekme iktidarsızlığını doğurabiliyordu. (s. 97)
Sözcüklerin iyi olması yetmiyor; onları iyi bir amaç uğruna kullanmak gerekiyor. (s. 98)
"Elbette memnunlar. Nasıl olmazlar ki? Başka birşey olmanın nasıl olduğunu bilmiyorlar. Bizler memnun olmazdık, tabii. Ama bizler farklı şartlandırıldık. Üstelik bizler farklı bir kalıtımdan geliyoruz." (s. 103)
"Evet, artık herkes mutlu," diye tekrarladı Lenina. Aynı sözcükler, oniki yıl boyunca her gece yüzelli kez kulaklarına tekrarlanmıştı. (s. 104)
"Ama ben istiyorum," diyerek ısrar etti. "Kendimi sanki..." tereddüt etti, kendini ifade edecek sözcükleri arıyordu, "demek istediğim, daha çok kendim oluyorum sanki. Daha çok kendi başıma, tamamen başka bir şeyin parçası olmaktan çıkıyorum. Salt toplumsal gövdenin bir hücresi olmaktan kurtuluyorum. Sana da böyle hissettirmiyor mu, Lenina?"
Ama Lenina ağlıyordu. "Korkunç, korkunç," diye tekrarlıyordu. "Nasıl böyle toplumsal gövdenin bir parçası olmamayı istemekten söz edebiliyorsun? Sonuçta, herkes herkes için çalışır. Hiç kimseden vazgeçemeyiz. Epsilonlar bile..."
"Evet, biliyorum," dedi Bernard alaycı bir tonla. "Epsilonlar bile faydalıdır ! Ben bile faydalıyım. Keşke olmasaydım!"
Kutsal şeylere saygısızlığı Lenina'yı çok şaşırtmıştı. "Bernard!" diyerek şaşkınlık ve ızdırap dolu bir sesle kınadı. "Nasıl böyle yaparsın?"
Değişik bir tonla, "Nasıl yaparım?" diye tekrarladı düşünce içinde. "Hayır, asıl sorun şu: Nasıl olur da yapamam, ya da daha doğrusu - çünkü sonuçta, niye yapamayacağımı biliyorum yapabilseydim ne olurdu, özgür olsaydım - şartlandırılmam beni köleleştirmeseydi."
"Fakat, Bernard, sen korkunç şeyler söylüyorsun."
"Özgür olmak istemez miydin, Lenina?"
"Ne demek istediğini anlamıyorum. Ben özgürüm. Zamanımı keyifli geçirmek konusunda özgürüm. Şimdilerde herkes mutlu."
Bernard güldü, "Evet, 'Şimdilerde herkes mutlu'. Çocuklara beş yaşında öğretiyoruz bunu. Ama başka bir şekilde mutlu olmak istemez miydin, Lenina? (s. 122-123)
Lenina ciddi bir ifadeyle, "Bugün alabileceğin keyfi asla yarına erteleme," dedi.
Bernard'ın tek söylediği, "Ondört yaşından onaltı buçuğa kadar haftada iki kezden toplam ikiyüz tekrar," oldu. Delice ve abuk sabuk olan konuşma, ipsiz sapsız devam etti. "Tutku nedir öğrenmek istiyorum," dediğini duydu. "Bir şeyleri yoğun hissetmek istiyorum."
"Birey hissederse, topluluk sendeler," dedi Lenina.
"Niye biraz sendelemesin ki?"
"Bernard!"
Bernard hiç istifini bozmadı.
"Entelektüel açıdan ve çalışma saatleri süresince yetişkiniz," diye devam ederek, "duygu ve arzular söz konusu olduğundaysa çocukça davranıyoruz," dedi. (s. 126)
Mr. Marx," diyerek devam etti, "Çalışma saatleri dışındaki davranışlarınızla ilgili olarak aldığım raporlardan hiç memnun değilim. Bunun beni ilgilendirmediğini söyleyebilirsiniz. Ama ilgilendiriyor. Merkez'in adına gölge düşüremem. Çalışanlarım, özellikle de en üst sınıflardan olanlar, kesinlikle şüpheden arınmış olmalıdırlar. Alfalar, duygusal açıdan çocukça davranmak zorunda kalmayacak şekilde şartlandırılmışlardır. Bu bile kendi başına, uyum sağlamak için özel çaba göstermenin gerekçesidir. Kendi eğilimleri bu yönde olmasa bile görevleri çocukça davranmaktır. Sonuç olarak Mr. Marx, sizi uyarıyorum." Müdür'ün sesi şimdi kesinlikle kişisellikten arınmış bir haklılıkla titriyordu -sesi Toplum'un itirazını seslendiriyordu. "Eğer bir kez daha standart çocukça davranışlardan ayrıldığınızı duyarsam, bir Alt Merkez'e -tercihen İzlanda'ya- transferinizi isteyeceğim. İyi sabahlar." Sandalyesinde dönüp kalemini aldı ve yazmaya başladı. (s. 132)
Yani, bir çocuk sana bir helikopterin nasıl çalıştığını ya da dünyayı kimin yarattığını sorarsa -ve sen bir Beta'ysan, oldun olalı Dölleme Odası'nda çalışmışsan, ne yanıt verirsin? Ne yanıt verirsin?" (s. 160)
Birden kalbinin yok olduğunu ve yerinde bir çukur kaldığını hissetti, içi boşalmıştı.
(s. 172)
Günler geçti. Başarı, Bernard'ın başını döndürmüş ve bu arada (her iyi uyuşturucunun yapacağı gibi) o zamana kadar hiç de memnun olmadığı dünyayla uzlaştırmıştı. (s. 199)
"Mutsuzluğu, burada yaşadığın sahte, yalancı mutluluğa yeğlerim." (s. 224)
Bir dostun temel işlevlerinden biri, vermek istediğimiz, ama düşmanlarımıza uygulayamadığımız cezaları (daha yumuşak ve sembolik bir biçimde) çekmektir. (s. 225)
Linda yalnız ölmüyordu -başka insanlar ve modern teknoloji eşliğinde ölüyordu. Odanın havası, neşeli sentetik melodilerle sürekli canlı tutuluyordu. Her yatağın ayakucunda, ölümcül hastaların tam karşısında bir televizyon kutusu duruyordu. Televizyonlar, akan bir musluk misali sabahtan geceye dek açık tutuluyordu. Odanın havasındaki parfüm her onbeş dakikada bir otomatik olarak değiştiriliyordu. (s. 247)
İhtiyarlık öyle şiddetli bir biçimde çökerdi ki, yanakları yaşlandıracak zamanı olmazdı - sadece kalbi ve beyni yaşlandırırdı. (s. 248)
"Çünkü bizim dünyamız Othello'nunkiyle aynı değil. Çelik olmadan araba yaratamazsınız - aynı şekilde, sosyal çalkantı olmadan da trajedi yaratamazsınız. Dünya şu anda istikrara kavuşmuş durumda. İnsanlar mutlu; istediklerini alıyorlar ve ulaşamayacakları şeyleri de asla istemiyorlar. Refahları yerinde; emniyetteler; hiç hastalanmıyorlar; ölümden korkmuyorlar; ihtiras ve ihtiyarlıktan habersiz ve bundan da çok memnunlar; veba gibi bir illet olan anne ve babaları yok; güçlü duygular hissedecekleri eşleri, çocukları ve sevgilileri yok; şartlandırmaları uyarınca davranmaları gerektiği gibi davranmak zorundalar. Herhangi bir sorun çıkması durumunda da soma var. Siz de tutup, özgürlük adına pencereden savurdunuz, Bay Vahşi. Özgürlük!" Güldü. "Bir de Deltaların, özgürlüğün ne olduğunu bilmelerini bekliyordunuz! Şimdi de Othello'yu anlamalarını bekliyorsunuz! Vah güzel çocuğum vah!" (s. 272)
Değişmek istemiyoruz. Her değişim, istikrar için bir tehdit unsurudur. İşte size yeni buluşları uygulama konusunda temkinli davranmamız için bir sebep daha. Salt bilim konusunda yapılan her buluş, yıkıcılık potansiyeli taşır; bazen her bilim dalına olası bir düşman muamelesi yapmak gerekir. Evet, bilime bile."
"Bilim mi?" Vahşi kaşlarını çattı. Bu sözcüğü tanıyordu. Ama gerçek anlamını çıkaramıyordu. Shakespeare ve köyün yaşlıları bilimden hiç söz etmemişlerdi, Linda'nın söylediklerinden hayal meyal bir fikir edinebilmişti: bilimle helikopter yapılırdı, bilim, Mısır Dansları'na gülmene sebep olurdu, yüzdeki kırışıklıkları ve dişlerin
dökülmesini önleyen bir şeydi. Denetçi'nin kastettiği şeyi anlayabilmek için kendini zorladı. (s. 277-278)
Kapı kapanırken, "Duyan da boğazı kesilecek sanır," dedi Denetçi. "Oysa birazcık aklı olsa, cezasının aslında bir ödül olduğunu anlardı. Bir adaya gönderiliyor. Anlamı şu, dünyanın her tarafından gelen en ilginç erkek ve kadınlarla tanışacağı bir yere gönderiliyor. Şu ya da bu nedenle cemaat hayatına aykırı düşecek kadar bireyselliğinin farkına varmış bir sürü insan. Düzenden memnun olmayan, kendi bağımsız düşünceleri olan insanlar. Kısacası, biri olmayı başaran herkes. Size neredeyse imreniyorum, Mr. Watson." (s. 280)
Mutluluk zor zanaat - özellikle de konu başkalarının mutluluğu olunca. İnsan eğer sorgulamaksızın kabullenmeye şartlandırılmamışsa, mutluluk, gerçekten çok daha zor bir uğraş. (s. 280)
"Öyleyse Tanrı'nın olmadığına mı inanıyorsunuz?"
"Hayır, büyük olasılıkla bir tane var."
"Öyleyse niye...?"
Vahşi'nin sözünü kesti.
"Fakat farklı insanlara farklı gösteriyor kendini. Modernlik öncesi çağlarda kendini, bu kitaplarda tarif edilen biçimde gösteriyordu. Şimdi ise..."
"Şimdi nasıl gösteriyor kendini?" dedi Vahşi.
"Kendini yokluk şeklinde gösteriyor; sanki hiç yokmuş gibi."
"Bu sizin suçunuz."
"Uygarlığın suçu diyelim. Tanrı; makinelerle, bilimsel tıp ve evrensel mutlulukla uyuşamaz. Kendi seçimini yapman gerekir. Bizim uygarlığımız, makineleri, tıbbı ve mutluluğu seçti. İşte bu nedenle bu kitapları kasada kilitli tutmak zorundayım. Müstehcen şeyler bunlar. İnsanlar şok olurdu eğer..." (s. 289-290)
"Yine de," diyen Vahşi, ısrarını sürdürdü, "tek başınayken Tanrı'ya inanmak doğaldır -yalnız başına, gecenin bir yarısında, ölümü düşünerek..."
"Fakat şimdilerde insanlar hiç yalnız kalmıyorlar," dedi Mustafa Mond. "İnsanların yalnızlıktan nefret etmelerini sağlıyoruz ve yaşamlarını hiç yalnız kalmayacak şekilde düzenliyoruz." (s. 290)
"Kendinizi Tanrı düşüncesinden soyutlamasaydınız, tensel günahlarla alçalmazdınız. Her şeyi sabırla karşılamak ve cesaretle hareket etmek için bir nedeniniz
olurdu. Kızılderililerin bunu başardığına tanık oldum." (s.292)
Vahşi kaşlarını çatarak başını salladı. "Köklerini kazıdınız. Evet, kesinlikle sizin tarzınız. Katlanmayı öğrenmek yerine tatsız olan her şeyin kökünü kazımak. Hangisi daha onurludur usumuzca, acımasız kaderin sapan taşları ve oklarına katlanmak mı, yoksa silah kuşanıp karşı koyarak son vermek mi dert yağmuruna... Ama siz bunların hiçbirini yapmıyorsunuz. Ne katlanıyor, ne de karşı koyuyorsunuz. Yalnızca sapan taşlarını ve okları siliyorsunuz yeryüzünden. Kolayına kaçıyorsunuz." (s. 294)
Cesur Yeni Dünya
Aldous Huxley
Yorumlar