İbn Arabi ve Ekolü
İBN
ARABÎ ve EKOLÜ
HAYATI,
ESERLERİ ve TEFSİRİ *
(Life-works
and influence)
Prof. Dr. William Chittick
Tercüme: Dr. Hüdaverdi Adam
Şüphe yok ki, İbn Arabî (560/1165-638/1240), İslam tarihinde tasavvuf
konusunda eser yazanların en etkilisidir. Arap dünyasında İbn el-Arabî olarak
bilinir. O, (bizzat) kendi el yazısıyla tam adının Ebu Abdullah Muhammed
İbnu’l-Arabî el-Hâtimî olduğunu belirtir. Lakabı Muhyiddin (dini ihya eden) ve
Şeyhu’l-Ekber’dir (en büyük şeyh). Kendisi, herhangi bir tarikat kurucusu
sayılmadığı halde, etkisi yakın çevresini de aşarak, öğretilerini aklî ve
felsefî terimlerle açıklayan bütün sufilere ulaşmıştır. O, tasavvuftaki farklı
anlayışları ve pisagorizm, simya, astroloji gibi çeşitli esoterik (bâtınî)
akımları Kur’an ve Peygamberin sünnetiyle biçimlendirmiş geniş bir senteze
birleştirmeyi başarabilmiştir.
İbn
Arabî’nin babası Ali’nin, İspanya’daki Mürsiye (Mürcia) Kralı Muhammed İbn Said
İbn Merdaniş’in yanında çalıştığı söylenir. 567/1172’de Mürsiye Muvahhid
hanedanı tarafından fethedilince (babası) Ali’nin ailesi ile Seville’ye göç
ettiği ve orada da hükümet işlerinde çalıştığı anlaşılmaktadır.
Hanımının
kardeşi Yahya İbn Yegan Cezayir’deki Tlemsen şehrinin kralıdır. Dayısının kral
olması onun yüksek bir sosyal zümreden olduğunun en belirgin işaretidir.
Dayısı, saltanatının ortalarında dünyevî iktidarı terk ederek bir sufi ve zahit
haline gelmiştir. İbn Arabî diğer iki dayısının da sufi olduklarına işaret
etmektedir.
İbn
Arabî, gençliğinde Seville valisi tarafından sekreter (katip) olarak
görevlendirilmiş ve nüfuzlu bir aileden Meryem isimli bir kızla evlenmiştir.
30
yaşında iken İspanya’yı ilk defa terk ederek Tunus’a seyahat etti. 7 yıl sonra,
597/1200’de gördüğü bir müşahedede kendisine doğuya gitmesi söylendi.
599/1202’de Mekke’de hac vazifesini ifa etti. Isfahanlı bir şeyh ile tanıştı
ki, genel ve ruhani yönden faziletli, erdemli olan şeyhin kızı (Dante’nin Beatrice’si
gibi) Tercümanü’l-Eşvak’ın (Arzuların tercümanı) yazılışında ilhamı oldu.
Mekke’de
ayrıca Malatya’lı Şeyh Mecdettin el-Konevî ile tanıştı. İbn Arabî’nin en büyük
müridi olan, oğlu Sadrettin el-Konevî henüz doğmamıştır. Mecdettin’in
Malatya’ya geri dönüşünde ona yol arkadaşlığı eden ibn Arabî, Musul’da bir süre
kaldı. Orada kendisine İbnu’l-Cami tarafından manevi güç verildi. İbnu’l-Cami
bu manevi gücü bizzat Hızır’dan almıştı.
İbn
Arabî, birkaç yıl boyunca Türkiye, Suriye ve Mısır bölgelerinde ve kutsal Mekke
ve Medine şehirlerinde seyahat etti. 608/1211-12’de Bağdat’ta idi. Belki de
hilafet sarayına Konya sultanı Keykavus I tarafından elçilikle gönderilmiş olan
Mecdettin’in refakatinde oraya gitmişti.
İbn
Arabî, bu sultanla iyi geçinirdi, bundan dolayı, ona pratik bir nasihat mektubu
da yazmıştı. Selahaddin Eyyübi’nin oğlu olan Halep’in hükümdarı el-Malik
ez-Zahir’in de (582/1186-615/1218) yakınıydı. 620/1223’te tamamen Şam’a
yerleşen İbn Arabî’ye, Konevi’nin de bulunduğu bir grup mürid, vefatına kadar
hizmet etti.
Bazı
kaynak eserlere göre İbn Arabî, (Sadreddin) el-Konevî’nin annesi, Mecdettin’in
dul eşi ile de evlenmiştir.
O
tarihlerde ondan ders alanlar arasında, Şam kralı, Eyyübiler’den Muzafferuddin
de vardı. 632/1234 tarihli kıymetli bir belgede, İbn Arabî Muzafferuddin’e
(liste halinde 290’ının ismini verdiği) eserlerini okutma müsadesi vermektedir.
Aynı zamanda kendi hocalarından 70 tanesinden bahsederek listenin tamam
olmadığını kaydetmektedir.
Bu
kaynaktan açıkça anlaşılmaktadır ki, tasavvufa dair çalışmalarını tamamlamak
için İbn Arabî, Kur’an’ın tefsiri, fıkıh ve özellikle de hadis gibi zahiri
ilimleri öğrenerek uzun yıllar ömrünü ilme vermiştir.
İbn
Arabî’nin harici hayatında müslüman bir ilim adamına göre bir olağanüstülük
yoktur. Onun İslam tarihindeki özel yeri, daha ziyade batıni hayatındaki
olaylar, yazdıkları ve mutasavvıflar ile olan karşılaşmalarıyla belirlenmiştir.
Bu
açıdan büyük filozof İbn Rüşd ile gençliğindeki karşılaşmanın sembolik önemi
büyüktür. Çünkü (bu olay) akılcıların resmi bilgisi ve mistik keşif veya kalb
gözü ile ruhi gerçekleri görme arasındaki geniş uçurumu gösterir. Bu ikinci
bakış tarzı onun kendi düşünce sisteminin özelliğidir.
İbn
Arabî, İbn Rüşd ile karşılaştığı tarihte henüz sakalı çıkmamış bir genç
olduğunu söyler ki, bu onun ilmî seviyesi bakımından çok manidardır.
Bazı
yazarlar, Futûhât’ındaki muğlak bir pasajdan onun 20 yaşına kadar tasavvufa
girmediği neticesini çıkarsalar da, İbn Rüşd ile buluşma kesin olarak onun bu
yaşa ulaşmasından önce meydana gelmiştir. O, bunu naklederken, uyguladığı
hususi bir amelden (pratik) bahseder.
“İbn
Rüşd, halvette Allah tarafından bana verilmiş olan fetihle ilgili olarak
kendisine ulaşan şeyden dolayı benimle görüşmek istemişti.” Yalnızca sufiler
tarafından icra edilen “halvet”, bir şeyhin irşadı ve izni olmaksızın asla
deruhte edilemez. “Fetih”, İbn Arabî ve takipçilerinin eserlerinde, devamlı
olarak sufinin asıl hedefi olarak anlatılır.
İbn
Arabî’nin en yakın müridlerinden biri olan İsmail İbn Sevdekin, şeyhinin
tasavvuf yoluna ilk girdiğinde, seher vaktinde inzivaya çekildiğini ve şafaktan
önce fethe vasıl olduğunu nakleder.
“O,
halvette 14 ay kaldı ve daha sonra eserlerinde kaleme alacağı herşeyi Allah’ın
çok güçlü cezbesi vasıtasıyla aldı.”
Konevî’nin
müridi Cendî (700/1300) şeyhinin anlattıklarına dayanarak benzer bir rivayette
bulunur. Bu noktalar İbn Arabî ile İbn Rüşd’ün buluşmaları esnasında meydana
gelen fikir alış-verişini anlamını açıklamaya yardım eder.
“O
bana: “evet” dedi. Ben de: “evet” diye cevapladım. Benden duyduğu sevinç (bana
karşı ferahlığı) arttı. Niçin mutlu olduğumu idrak ettiğinde “hayır” dedim.
Sıkıldı, rengi değişti ve kendisi hakkında şüpheye düştü. Bana; keşif ve ilahi
feyz içinde (sayesinde) nasıl buldun, o bize aklî düşünce (nazar, tefekkür)
tarafından verilenle aynı mıdır, diye sordu. Ben de: “evet ve hayır” dedim.
Evet ve hayır arasında ruhlar maddelerinden başlar, gövdelerinden uçarlar
(ayrılırlar) diye cevapladım.
O,
kendi zamanında birinin cahil olarak halvete girdiğini ve benim yaptığım gibi
çalışmadan, tartışmadan, araştırmadan veya okumadan halvetten çıktığını görmüş
olmaktan dolayı Allah’a şükrediyordu.”
Bu
konuda yetkili bazı yazarlar tarafından ileri sürülen İbn Arabî’nin manevi
tekamülünün başlamasının, Hızır’ın ellerinde meydana geldiği fikri asılsızdır.
Aslında
kendisinin de sık sık ifade ettiği gibi, gayb alemi ricalinden ilk defa Hz. İsa
(a.s) ile karşılaşmıştı ve ilk mürşidi Ebu’l-Abbas el Uryabî tamamen Mesih’in
ruhi etkisi altındaydı.
Hz.
İsa, evrensel velayetin mührü olarak kabul edilir. İbn Arabî de eserlerinin en
azından bazı bölümlerinde Muhammedî velayetin mührü olduğunu iddia eder.
Böylece ikisinin arasındaki ilişki tesadüfî olmaktan çıkar.
İbn
Arabî, hayatının akışını ve öğretilerinin niteliğini belirlemede yardımcı olan
sayısız sezgi ve rü’yeti (müşahede) nakleder. Bunların bir kaçı, Endülüs
Sufilerinde anlatılmıştır. (Bu kitap) İngilizce’ye de tercüme edilmiştir.
Burada
Konevî tarafından anlatılan benzer birkaç rivayete değinebiliriz:
“İbn
Arabî bize İlâhî arşı rü’yeti esnasında aldığı bir emir sonucunda doğuya gitme
kararı aldığını söyler.” Konevî’nin bu nakli (İbn Arabî’nin) İspanya’yı ilk
olarak terk etmeye karar verdiğinde bu seyahati önceden bildiğini açıklar.
Akdeniz’e
ulaştığında karşılaşacağı olayların detaylarını bilmeden deniz yolculuğuna
çıkmamaya karar verdi. Dikkatini bütün varlığıyla Allah’a doğru çevirdi ve
kendisine hayatının sonuna kadar içte ve dışta (enfüsî ve âfakî) meydana
gelecek herşey gösterildi. “Sonra rü’yet ve hakka’l-yakin olarak denize
açıldım. Bana gösterilen her şey, gösterildiği şekilde noksansız meydana
geldi.”
Benzer bir yolla Konevî, büyük velilerin kaderde meydana gelecek
şeylerde bilgi sahibi olduğunu yazar. Böylece onlar, varlığı daha önce takdir
edilmeyen şeyler için asla dua etmezler. Şeyhimizde yıllar boyunca sayısız
şeyler müşahede ettim. O, bana bir defasında rü’yette Hz. Peygamber’in (s.a.s)
“Allah senin dualarına daha sen onları ağzından çıkarmadan cevap verir”
dediğini söyledi.
Yine
Konevî, İbn Arabî’nin Allah’ın ilminin objelerini bizzat o bilginin ontolojik
seviyesinde tefekkür ettiğini ifade eder.
O,
iç alemini anlamak istediği herhangi bir kişiye dikkatlice bakardı. Sonra onun
kabre kadarki geleceği hakkında haber verirdi. Hiç yanılmazdı.
İBN ARABÎ’NİN ESERLERİ
Osman Yahya, İbn Arabî’ye atfedilen 850 değişik eser üzerindeki
incelemesinde, bunlardan 700’ünün gerçek olduğuna ve 400’den fazlasının
günümüze kadar ulaştığına hükmeder.
Bunların
pekçoğu, sadece birkaç sayfadan ibaret olduğu halde bazıları hacimli
kitaplardır. Bunlardan “Fütuhat”isimli kitabı çoğu yazarın hayatı boyunca
yazdıklarından daha fazla kelime ihtiva eder.
İbn
Arabî, hemen hemen mucizevî olan eserlerinin sayısının (çok olma) sebeplerini
(şöyle) açıklar: “Bir tek kitap yazmaya bile niyet etmedim. Allah’tan gelen
ilhamlar içime girdi ve beni harekete geçirdi. Huzur bulmak amacıyla hiç
niyetim olmadığı halde eserler yazmıştım. Pek çok kitabımı da rüya ve keşif
esnasında verilen emir üzerine yazdım.”
İbn
Arabî’nin meşhur eserleri arasında şunlar vardır.
1. Fütûhât-ı Mekkiye
İslamiyet’teki bütün zâhîri ve bâtınî ilimleri kapsayan bu
ansiklopedik eser, insanı hayrette bırakan geniş bir ilham okyanusudur.
Ele
alınan konular arasında bütün İslâmî ibadet ahkamının manaları, Allah’a ve
Allah’ta olan seyahatlerinde saliklerin uğradıkları hal ve makamlar, kainattaki
her mantıkî seviyenin mahiyet ve ehemmiyeti, Arap alfabesindeki harflerin
manevi ve ontolojik manaları; tasavvufî bilginin çeşitli makamları açısından
kur’an ayetleri ve hadislerin manaları, Allah’ın 99 isminin ihtiva ettiği
ilimler ve çeşitli peygamberlerin manevi etkileri altında kalan saliklerin
psikolojik halleri vardır.
2. Fususu’l-Hikem
Bu
eser üzerine yazılmış 199’den fazla şerhe ve İbn Arabî’nin takipçileri
tarafından devamlı olarak gördüğü itibara bakara, insan H. Corbin’in “şüphesiz
İbn Arabî’nin Esoterik doktrinin en güzel hülasası” görüşünü kabul edebilir.
Konevî’nin
gözünde o, “Şeyhinin en değerli kısa yazılarından (eserlerinden) biri”dir.
İbn
Arabî Kur’an’a ve hadise dayanarak 27 farklı peygambere vahy edilen ilahî
hikmeti veya Hz. Adem’den (a.s) Hz. Muhammed’e (s.a.s) kadar olan Allah
kelamını tartışır. Her peygamberin ilahi isimlerinden birinin ihtiva ettiği
ilahi hikmetinin nasıl bir tecellisi, tezahürü olduğunu gösterir.
Her
bir bölümün sadece genel mevzularını tartışmasına rağmen Fusus üzerinde ilk
yorum (şerh) yapan Konevî’dir.
İkinci
ilk dönem yorumcusu ibn Arabî’nin doğrudan müridi ve sonra Konevî’nin sadık bir
arkadaşı olan (onlar birbirlerine öyle yakındırlar ki, Konevî bütün eserlerini
ona vasiyet etmiştir.) Afifeddin Tilimsânî’dir. (öl. 699/1291) O, şerhinde,
karışık, bulanık görünen veya kendisinin farklı düşündüğü âyân-ı sâbite
problemi gibi belli başlı birkaç konuyu ele alır.
Şüphesiz
şarihlerin içinde en etkili olanı el-Cendî’dir. Konevî, çalışmanın
mukaddimesini bize açıklarken, onun feyzinin etkisinde kaldığını ve içinde
bütün eserin mefhumunun kendisine ifşa edildiğini söyler.
Bir
meşhur yorumcu da, el-Cendî’nin öğrencisi el-Kâşânî’dir. (öl. 730/1330)
T.
Izutsu’nun, İbn Arabî’nin ontolojisine dair göze çarpan izahı geniş ölçüde
el-Kâşânî’nin çalışmasına dayanır.
İslam’ın
doğu kısmında ve İran’da daha etkili (olan çalışma) Anadolu’da bir medreseyi
yöneten el-Kâşânî’nin öğrencisi el-Kayserî’nin şerhidir.
Baba
Rükneddin Şirâzî, Kâşânî ve Kayserî’nin her ikisi ile de çalıştı ve ilk Farsça
şerhi yazdı.
Seyyid
Haydar Amûlî, Nass en-Nusûs (isimli kitabında) Fusus’u Şiilerin marifet
(gnostik akidesi) metniyle birleştirdi.
Abdurrahman
el-Câmî, hem Fusus üzerine Arapça bir şerh; hem de Fusus’un İbn Arabî’ye ait
özeti üzerine Arapça ve Farsça karışık bir şerh yazdı.
Hindistan’da
Muhib İlâhâbâdî (ö. 1058/1648) Fusus üzerine hem Farsça, hem Arapça şerhler
yazdı. İbn Arabî’nin öğretileri hakkında yazdığı çok sayıdaki eseri, ona ikinci
İbn Arabî ünvanını kazandırdı.
İslam
dünyasının Türkçe konuşulan bölümünde Abdi Efendi olarak bilinen Abdullah
el-Bosnevî dikkat çekici, kendisinin aklî ve rûhî yönden Konevî’ye benzediğini
gösteren risaleler yazdı ve (bu zat ayrıca) Fusus üzerine her ikisi de
yayınlanmış olan iki ayrı şerhi kaleme aldı.
Fusus
üzerine Arap dünyasında belki en yaygın olarak okunan şerh, velûd sûfi yazar
Abdulğani en-Nablûsî (öl. 1143/1730) tarafından yazılmıştır.
Hemen
hemen her kelimeyi açıklama ve izah etmekteki ihtimamı ve çok defa şüpheli olan
yorumları onun zamanında Arap dünyasında Fusus’u okuyup anlamadaki genel kapasitesinin
çok çok zayıfladığını akla getirir.
3. Tercümânü’l-Eşvak
Bu kısa aşk şiirleri divanı (yukarıda da bahsi geçtiği gibi), İbn
Arabî’nin İngilizce’ye tercüme edilen ilk eseri oldu.
Bu
çalışma özellikle meşhurdur. Çünkü bazı zahiri ulemaya, mukaddes olmayan bir
aşkı değil, manevi gerçekleri ele aldığını ispat etmek için bu esere kendisi
bizzat bir şerh yazmıştır.
İbn
Arabî, en azından diğer iki divanın da yazarıdır. Binlerce mısra nesirlerine
serpiştirilmiştir. O, bütün Arap şairlerinin en başarılı ve verimlilerinden
biridir.
4. Secaretü’l-Kevn
“Hoş bir söz, hoş bir ağaç gibidir.” (14/24) şeklindeki Kur’an
ayetindeki temsili geliştiren ve evren bilimine dair oldukça kısa olan bu
kitapçık (İngilizce tercümesi de mevcuttur) Peygamber(imiz) Hz. Muhammed’i (s.a.s)
insan-ı kamilin müşahhas (bir şekli) olarak tasvir eder, tanımlar.
Yanlışlıkla
İbn Arabî’ye izafe edilen çalışmalar arasında (bulunan) Risâletü’l-Ehadiyye
(de) İngilizce’ye tercüme edilmiştir. (Halbuki) son zamanlarda, bunun
Evhadüddin Balyânî’nin çalışması olduğu ispat edilmiştir. Balyânî, İbn
Arabî’den etkilense bile, onun bir takım öğretilerini, ekolünün (İbn Arabî’nin)
temel düşüncesine kabul edilemez bir biçimde yorumlamaktadır.
İBN ARABÎ’NİN TESİRİ
İbn Arabî’nin doktrinleri, ya amelî (olan) manevi bir metodla
birlikte, ya da bağımsız bir şekilde “tasavvuf felsefesi” olarak öğretilmiştir.
Büyük
bir ihtimalle İbn Arabî, çalışmalarını tasavvufa girmiş olan sufilerle fikren
tasavvufa ilgi duyan fakat bir şeyhe biat ederek amelî bir adım atmamış olan
kişilere öğretmiştir.
Aklî
ve rûhî otoritesini sirayet ettirdiği en önemli mürid (Sadreddin)
el-Konevî’dir. Bütün kaynaklar, Konevi için İbn Arabî’nin öğretilerinin en
büyük sözcüsü olduğu hususunda ittifak ederler. Konevî, İbn Arabî’nin
vefatından 15 yıl sonra, İbn Arabî’nin müşahedesini nakletmekteki özel rolünden
bahseder. Konevî, ondan (İbn Arabî’den) arada hiçbir perde olmadan, başka
hiçbir insan-ı kamil için kalıcı olmayan tecellinin dolaysız rüyetine,
müşahedesine mazhar olmayı istedi. Bu arzusunu yerine getirdikten sonra İbn
Arabî, Konevî’ye “pek çok oğlu ve müridi, (özellikle de kendi sulbünden divan
sahibi Sadeddin (öl. 656/1258) olduğunu söyledi.” Fakat senin istediğin şey
onlardan hiçbirine müyesser kılınmadı.” (9)
Konevî,
otuza yakın eserin yazarıdır. Bunlardan beş ve altısı İbn Arabî’nin
öğretilerinin yayılmasında özel önem arz eder. Çünkü bu eserler, takipçileri
tarafından İbn Arabî’nin öğretilerinin nasıl yorumlanacağını belirler, tayin
ederler. O, ifade biçiminde hocası ile taban tabana zıt durumdadır. (Zira) İbn
Arabî’nin eserleri ilham selleri, zahiri bağı olmayan devamlı nur şimşekleri
iken, Konevî daima keşif âlemiyle meşgul olsa bile fikirlerin düzenli ve akılcı
ifade edilmesi için bir model sunar. Büyük sufi şair Câmî’nin ifadesiyle “Konevî’nin
eserlerini okumadan, İbn Arabî’nin varlığın birliği yani Vahdet-i Vücud ile
ilgili öğretilerini hem akla, hem de şeriate uygun bir şekilde anlamak
imkansızdır. (10) Konevî’nin eserleri arasında en önemlileri şunlardır:
Miftâhu’l-Ğayb: İbn Arabî’nin fizik ötesi ve evren bilimi
(anlayışının) sistematik bir anlatımıdır.
Tefsîru’l-Fâtiha: (Kur’an, kainat ve insandan ibaret olan)
tabii üç kitabın tefsiri ve İbn Sina’nın Aristocu felsefesinin en önde gelen
temsilcisi Nasıruddin et-Tûsî’ye (öl. 672/1274) yazdığı mektupları (ihtiva
eder). Konevî, bu son eserinde İbn Arabî’nin öğretileri ile Aristo
felsefecilerinin ittifak ve ihtilaf ettikleri görüşlerini gösterir.
Konevî,
Konya’da canlı bir merkezi yönetiyordu. O, sufi öğretileri ifade etmede farklı
bir üslupla temsil edilmesine rağmen, (Celaleddin er) Rûmî’nin yakın arkadaşı
idi.
İslam
dünyasının büyük bir kısmından araştırmacılar hadis tahsil etmek için ona
geliyorlardı. O, bu konuda Arapça olarak verdiği dersini bitirdikten sonra
Farsça’ya geçerek sufi şiirleri açıklardı. İbn-Farid’in (632/1235) şiirlerini
öğretmede metodu bu idi.
Konevi’nin
müridi el-Ferğanî (öl. 695/1296), bu dersler esnasında dikkatli bir şekilde
notlar almış ve sonra onları Konevî’nin kısa bir giriş ilave ettiği “Meşârık ed-Darârî
ez-Zuhar” isimli Farsça bir eser meydana getirmiştir. Daha sonra el-Ferğanî,
(bu eserini) Arapça olarak “Münteha’l-Medârik” ismiyle yeniden kaleme almıştır.
Bu son kitapla ilgili olarak Câmî, “Başka hiçbir kimse bu kadar düzenli bir
biçimde hakikat ilminin karışıklıklarını açıklamaya asla muktedir olamamıştır.”
(11) der.
Konevî’nin
bir diğer önemli müridi (yukarıda bahsedilen) el-Cendî’dir. Farsça
“Nefhatu’r-Ruh” isimli kitabı, İbn Arabî’nin öğretileri ile ilgili pratikler
hakkında değerli bilgiler verir.
Üçüncü
talebe Fahreddin el-Irâkî (öl. 688/1289), İbn Arabî’nin metafizik ve ilahi aşk
üzerine olan öğretilerinin enfes bir nesir ile ifade edildiği Lemaat’ı yazmak
için Konevî’nin Fusus üzerine olan derslerinden esinlenmişti.
Bir
dördüncüsü olan Ebu Bekir el-Malatî (veya Sivâsî), Konevî’nin el verme
selahiyetini daha sonraki sufilere aktarmakla bilinir. (12)
Aynı
silsilenin daha sonra gelen üyeleri arasında Muhyiddin İbn Muhammed Sirin
el-Mağribi (öl. 809/1406-7) vardır. Farsça divanı, İbn Arabî’nin öğretilerini
açıklamada uzun zamandan beri büyük itibar görmüştür.
İbn
Arabî’nin silsilesinden gelen son dönemin şeyhleri arasında ez-Zarrûk olarak
bilinen Yemenli yazar Ebu’l-Abbas ve Fransızlar tarafından idarelerine
mukavemet edenlerin başında geldiğinden dolayı Cezayir’den Şam’a sürülen pekçok
önemli kitabın yazarı da olan emir Abdulkadir el-Cezâyirî de sayılabilir.
Küçük
sayıdaki bazı silsileler hariç, geliş yollarını İbn Arabî’ye kadar götürebilen
kendilerini (görüşlerini) akılcı bir tarzda ifade etmiş olan hemen hemen bütün
sufiler, onun ekolünü takip etmişlerdir. Alâuddevle Simnânî (öl. 736/1336)
gibi, bazı öğretilerinde ona karşı çıkan sufiler dahi onun terminolojisini,
kavramlarını kullanmışlardır. Aynı şekilde (Celaleddin er) Rûmî’nin şarihleri,
İbn Arabî’nin akılcı aleminde yaşamış ve kendi şeyhlerinin (görüşlerini)
açıklamada onun öğretilerine başvurmuşlardır.
Yukarıda
bahsedilen Fusus şarihlerinin dışında (ki, bunların büyük bir çoğunluğu ayrıca
bağımsız çalışmaların sahipleridirler) İbn Arabî’nin en önemli takipçileri
arasında Abdu’l-Kerim el-Cîlî (öl. Yaklaşık 832/1428) de vardır.
Bu
ekolün çoğu yazarlarının aksine Cîlî, Konevîden nisbeten az etkilenmiştir. Bu
nedenle İbn Arabî’nin öğretileri hakkında daha bağımsız ve yeniden yorumlamayı
temsil eder. 30 kadar eseri arasında en meşhuru “el-İnsânü’l-Kamil”dir. Onun
tam aksine Şah Nimetullah Veli, (öl. Yaklaşık 832/1429) yazılarında Konevî’nin
takipçilerinin özellikle de Kâşânî ve Kayserî’nin tesiri altında kalmıştır.
Şeyh
Mahmud Şebisterî (öl. 720/1320) bin beyitlik Farsça Gülşen-i Râz (isimli) şiiri
ile meşhurdur. Onun Şemseddin Muhammed Lâhîcî (öl. 912/1506-7) tarafından
yapılan şerhi İbn Arabî’nin öğretilerinin Farsça’daki ustaca anlatımıdır.
Arap
dünyasında (ise) 973/1565 tarihinde Kahire’de vefat eden Abdu’l-Vahhab
eş-Şa’rânî kolay anlaşılabilir bir şekilde yazılmış 50’den fazla kitapla İbn
Arabî’nin öğretilerini tanıtmak yolunda çok gayret göstermiştir.
Türkiye’de
tarihçiler tarafından politik rolleriyle iyi bilinen fakat İbn Arabî ekolünün
üyeleri olarak henüz yaygın olarak tanınmayan iki kişi; Sivas sultanı ve
Konevî’nin öğretilerinin önemli bir özetinin yazarı Kadı Burhanettin (öl.
Yaklaşık 800/1398) ve İstanbul fatihi (855/1454; 886/1481) Sultan Mehmet’tir.
Onun emriyle Konevî’nin eserleri üzerine pekçok önemli şerh yazılmış ve
Miftâhu’l-Ğayb Farsça’ya tercüme edilmiştir. (13)
Hindistan’da
yaşayan İbn Arabî’nin çok sayıdaki takipçileri arasında daha ziyade Câmi’nin
gözüyle İbn Arabî öğretilerinin özeti olan “Peygamberin ruhuna gönderilen
hediye” (isimli) on sayfalık bir kitabın yazarı olan Muhammed İbn Fadlullah
Burhanpûrî’den de bahsedilmelidir. Bu çalışma Arap ülkelerinde ve uzak doğuda
pek çok şerhe konu olmuş, Cava diline de tercümesi yapılmıştır. Onun İngilizce
mütercimine göre, Endonezya’daki sufi düşüncenin gelişme tarihi için en önemli
metinlerden biridir. Burhanpûrî’nin meşhur muasırı Ahmed Sirhindî (öl.
1034/1624) bazı noktalarda İbn Arabî’yi eleştirse bile diğer pekçok konuda onu
desteklemiştir. Ahmed Sirhindî İbn Arabî ekolünün taraftarı sayılmalıdır.
Endonezya’da
Hamza Fansûrî, (15/16 asır) İbn Arabî’nin doktrinleri üzerine çok sayıda eseri
kaleme almıştır.
İran
ve daha doğuda aslında feylosof olarak bilinen Sainu’d-Din Turkah İsfahânî (öl.
Yaklaşık 836/1432) ve Molla Sadrâ (öl. 1051/1641 gibi) pekçok sayıda kişi, İbn
Arabî’nin öğretilerinden derin bir şekilde etkilenmişlerdir.
Son
olarak Asin Palacios gibi pek çok ilim adamı İbn Arabî’nin ortaçağ Avrupasında
özellikle de Raymund Lull ve Dante’yi dikkat çekecek şekilde etkilediğini öne
sürerler.
İBN ARABÎ’NİN ÖĞRETİLERİ
İbn Arabî, doktrinini ifade ederken başta Kur’an ve hadis olmak üzere
mevcut bulunan her kaynaktan faydalanmıştır. Yüzyıllardır gelişmekte olan
tasavvufun sözlü ve yazılı geleneğinden pek çok nakil yapmıştır.
Eserleri
İbn Meserre (öl. 319/911) ve İbn Kâzî (öl. 546/1151) gibi az bilinen fakat
önemli pek çok Endülüslü şeyh de dahil olmak üzere, daha önceki şeyhlerin
sözleri için çok büyük bir referans menbaıdır. O, filozofların özellikle de
İhvanu’s-Safa gibi esoteric (batınî) olanlarla hermetizm (simya) ve
neoplatonizm (yeni eflatunculuk) gibi İslam öncesi pek çok ekolün ait
terminolojisini serbest olarak kullanmıştır.
O,
kelamda özellikle de Eşarilik’te tam bir üstaddır. Fakat bütün bu düşünce ekolleri,
İbn Arabî’nin bizzat kendi aklî yapısının parçaları haline gelen yapı taşları
gibidir. Yazdıklarının niteliği, onun keşif ve mistik sezgisinin üzerinde
çalıştığı ham maddeye yeni bir şekil verdiğini gösterir.
İbn
Arabî’nin eserlerinin çoğu düzenlenmemiş, yayınlanmamış ve üzerinde
çalışılmamış halde durmaktadır. “Futûhât”, ilk defa olarak 19. asırda basılmış
olmasına rağmen, tetkikli nüshası, daha yeni görünmeye başlamıştır. Bu
(çalışma) tamamlansa bile muhtevasının tam olarak tahlilinin yapılabilmesi için
çok sayıda araştırmacının yıllarını harcamasına ihtiyaç duyulacaktır. Ama yine
de diğer eserleri olduğu gibi kalacaktır. Bunun için İbn Arabî’nin
düşüncelerini açıklamaya teşebbüs eden bütün araştırmacılar, gayretlerinin bir
denemeden ibaret olduğunu belirtmişlerdir. Bununla beraber mesela Fusus’ta
dikkat çeken bazı konular, bütün eserlerinde farkedilebilir. Biz bu konuların
ehemmiyetinden emin olabiliriz. Çünkü yakın müridleri ve takipçileri tarafından
bu konulara büyük bir ehemmiyet verilmiştir. Bu ve diğer konular, sufiler ve
felsefecilerce ele alınmış ve geliştirilmiştir. İşte burada dikkatimizi
bunlardan bazılarına yönelteceğiz.
İLAHİ İSİMLER
1914’te Asin Polacios, Fütuhat’ın bütününün ilahi isimlerin bâtınî
erdemine dayandığını anlamıştı. (14) T. Burckhardt, H. Corbin ve S. H. Nasr
gibi diğer otoriteler de, İbn Arabî’nin doktrinlerinde İlahî isimlerin aslî
önemine dikkat çekmişlerdir.
Kur’an
ve hadise göre Allah (c.c) Rahîm, Hakîm, Kerîm, Ğafur, Hayy, Semî, Müntakim
vs.dir. Allah’ın isimleri O’nun hakkında insanlığa ifşâ edilmiş bulunan bilgiyi
hülasa eder. Biz (ancak) onlarla, ilahî mahiyete ait bir şeyler kavrayabiliriz.
Bununla beraber Hz. Peygamber’in (s.a.s) “Allah’ın nimetleri (mesela O’nun
cömertlik ve ihsanının tesirleri) üzerinde düşünürüz. Fakat zatı üzerinde
değil” sözünü de hatırlamalıyız. Çünkü Allah bulunduğu hal üzere, en azından
insicamsız düşünce yoluyla, bizim için bilinemez.
Burada,
İbn Arabî’nin iyi bilinen mukayese edilememezlik, daha doğrusu “tenzih” ve
“teşbih” öğretisini hatırlayalım: “Bir yandan Allah bilinemez. Diğer yandan ise
biz Allah’ı isimleri vasıtasıyla anlayabiliriz. O’na ait gerçek bilgi, (bu) iki
bakış açısını birleştirmeli, mezcetmelidir. Aslında, zıtların bu uyuşması
sadece keşif aşamasında kavranabilir, anlaşılabilir.” Bu iki görüşün
görünürdeki uyuşmazlığı, mistik (tasavvuf) bilginin en yüksek durağına
genellikle “hayret” (hali) denmesinin bir sebebidir. Allah hakkında
bilebildiğimiz herşey ve nihâî olarak, Allah dışındaki bilebileceğimiz her şey
(masivaullah) yani dünya ve alem, isimler tarafından önceden
şekillendirilmişlerdir.
Bu
isimler, Allah’ın varlığını ve bütün varlıkların kaynağı olması itibariyle onun
kemalini tasvir ederler. Bir hiyerarşiye göre düzenlenmiş olarak bazılarının
tecelli alanı diğerlerinden daha geniştir. Esmaü’l-Hüsna’nın 99, 300 veya 1001
adet olduğu söylenmiştir. Son analizde hususi isimler her şeye tekabül eder.
Bundan dolayı, İbn Arabî, ilâhî isimlerin yaratıkların sonsuzluğuna uygun
olarak sonsuz olduklarını söyler. (Fusus 2. Bölüm)
Hemen
hemen Kur’an surelerinin hepsinin başında bulunan Bismillahirrahmanirrahim;
Allah, Rahman ve Rahim (olmak üzere) üç isme işaret eder. Son ikisi (yani
Rahman ve rahim) rahmet kelimesinden alınmıştır ki, bu da Rahim gibi aynı
kökten türemiştir.
İbn
Arabî için “rahmet” varlıktır, var olmaktır. Allah, “Rahmetim herşeyi kuşatır”
(Kur’an, 7/156) buyurduğunda bu “herşeye varlık ihsan ederim” demektir. Çünkü
varlık her şeyin iştirak ettiği, paylaştığı tek özelliktir. Bir hadiste Hz.
Peygamber (s.a.s) Rahman’ın nefesinden (nefesu’r-Rahman) bahseder. İbn Arabî’ye
göre Rahman’ın nefesini vermesi varlığı ihsan etmeye (icad) müsavidir,
muadildir.
Aynı
bağlamda o ve taraftarları daima, “Ben gizli bir hazine idim ve bilinmeyi
istedim. (Böylece) bilinmek için mahlukatı yarattım.” şeklindeki hadis-i
kudsîyi naklederler. Gizli hazine, isimler tarafından önceden şekillendirilen
zahiri tecelli ihtimallerine işaret eder. Allah her şeyi ilimle kuşattığına
göre (Kur’an, 65/12) gizli hazine her şeyin yaratılışından önce Allah (c.c)
tarafından bilinen şekillerine tekabül eder.
Eşya,
kendi hususi özelliklerini ızhar etme hususunda sahip oldukları imkan yoluyla
kendilerine varlık ihsan etmesi için O’na yalvarır. Bütün eşyaya rahmet etme
mahiyetinin özü olan ve böylece onları varlığa çıkaran Rahman, nefesini
dışarıya verir.
Bu
şekilde alem meydana gelir. Fakat bu basit bir nefes verme değildir. O, düzenli
bir konuşmadır. “Biz bir şeyi (n olmasını) istediğimiz zaman sözümüz sadece
ona: “ol” dememizdir ve (o) hemen olur.” (Kur’an, 16/40)
Binlerce
tip ve sınıftan varlıklar harflere, kelimelere, ibarelere, cümlelere ve
kitaplara bölünebilirler. İbn Arabî ve başkaları, ontolojik anlamlarına göre
harf ve kelimelerin sembolizmine dayalı karmaşık bir kozmoloji
geliştirmişlerdir.
Allah’ın
ilmi ile kuşatılan şeyler (ma’lumat) ayrıca, var olmayanlar (ma’dumat),
değişmeyen varlıklar (a’yân-ı sâbite) ve mümkin şeyler (mümkinat) olarak da
ifade edilir. Onlar Allah7ın ilminde kaldığı sürece var olmayanlardır
(ma’dumat). Ve harici alemde (dünyada) ortaya çıkmazlar. Değişmezdirler, zira
Allah onları ezelden beri bilir. Mümkindirler, çünkü Allah belirtilen herhangi
bir durumda onlara varlık ihsan edebilir de, etmeyebilir de. Onlara aynı
zamanda isimlerin levazımı da denir. Bütün bu hakikatler (realiteler), isimler
ve değişmeyen varlıklardan oluşan “ilahi”ler ve nefesle canlandırıldığı zamanki
varlıklardan oluşan “kevni”ler olmak üzere ikiye ayrılırlar.
Esma-ı
Hüsna veya sıfatlar birkaç bakış açısına göre tasnif edilebilir. Bu tür
tasniflerden birine göre bunlardan dördü aslidirler, Uluhiyet’in direğidirler
(erkan). Bunlar, irade, ilim, kudret ve kelamdır. Diğer tasnifler buna hayat,
cömertlik ve adalet (ten ibaret olan üç sıfat) de ilave ederek yedi rakamını
(eimme-i seb’a) verirler. Geri kalan isimler bu dört veya yediden
türemişlerdir. İsm-i Câmî olan ve İlâhî Zat’a delalet eden Allah ismi bütün
bunları da ihtiva eder. (15)
İsimler
arasındaki hiyerarşik ilişki, alçalan varlık derecelerinden oluşan kainatın
yapısına aksetmiştir. Ne var ki bunlar, yaratıkların bakış açısından
yükselmektedirler. Böylece biz, iniş ve çıkış kavisleriyle karşı karşıyayız.
Bunlar da, varlık dairesini meydana getirirler. Alçalan her düzeyde farklı
hakikatler, ondan sonraki düzeylerin meydana gelmesini gerçekleştirmek için
birbirleriyle irtibat kurarlar, izdivaç ederler. İbn Arabî, bu iki hiyerarşik
yapıyı farklı birkaç açıdan tasavvur eder. Yaratılış efsanesi ile beraber bulunan
diyagramlarla (şekillerle) tasvir edilen planda o, daha yüksek her gerçeği bir
pasif dişi olan daha aşağı gerçeğe oranla aktif ve erkek olarak tanımlar. Oysa
daha yüksek olan icmal mevkiinde iken, aşağıda olan tafsil mevkiindedir.
Böylece mesela, kalem-i a’lâ, icmâlî bir şekilde bütün manevi hakikatleri
ihtiva eder. Sonra, onları Levh-i Mahfuz’da yazıya dökerek detaylarıyla açar,
yayar. Fakat İbn Arabî, plandaki her hakikatin bir açıdan kalem, diğer açıdan
levha olduğunu belirtir.
BİR VE ÇOK
İsimler ve a’yân-ı sabite aslında Allah’ın (c.c) kendisinden farklı
değillerdir. Sadece bir varlık vardır, (o da) pekçok isimle anılan Allah’tır
ki, onların (isimlerin) herbiri, O’nun ontolojik tarzlarından birine işaret
etmektedir. Fakat Allah, bizzat zatında isimlerinden herhangi biriyle
kastedilen sınırlamanın ötesindedir. Zatu’l-Esma olarak düşünülen Allah’tan
farklı bir anlamda birdir. Burada, İbn Arabî’nin öğretilerine temel teşkil eden
bir fark bulunur. Fusus’un başında o, “Bil ki Allah, kendi zatında ve isimlerinde
birdir” der. Çoğu defa o, Zat’ın birliğinden “Ehadiyet”, isimlerin birliğinden
de “Vahidiyet” olarak bahseder.
İbn
Arabî, varlığın birliği “Vahdetü’l-Vücud” ekolünün kurucusu olarak meşhurdur.
Bu doktrin eserlerinin bütününe nüfuz etse bile o, bu terimi istihdam etmez.
Ekolünün üyelerinden bu (terimi) teknik anlamda ilk kullananlardan birisi
“el-Ferğanî”dir. Ferğanî normal olarak onu, ilmin çokluğundan ayırt etmek
şeklinde kullanır.
Allah’ın
ilminde varlığa çıkmayan şeyler en ince ayrıntılarına kadar bilinmektedir. Bu
“feyz-i akdes” ve görünmeyen tecelli seviyesidir. Gizli hazinenin tezahürüne
veya nefesin verilişine “feyz-i mukaddes” veya “şuhudî tecellî” adı verilir.
Allah’ın ilminden henüz varlık seviyesine çıkmamış ve değişmez (sabit) olan
varlıklar, harici alemde varlığın muhtelif seviyelerinde tezahür ederler.
Tek
olan varlık, mahiyetlerin tezahürü yoluyla çok varlıklar haline gelmez. Çünkü
varlık, tek bir realitedir. Gerçi varlıklara, geçici olarak şimdi mevcudat veya
kainat denilir. Fakat varlık, kendisine ait ıtlak ve tenzih vasfını muhafaza
eder. Nur, ezeli olarak harice dökülmesinden (tecelli-tezahür) müteessir
olmadan, etkilenmeden kalır. Aynen güneşin kendi şualarından müteessir olmadığı
gibi.
İbn
Arabî ve takipçilerinin pek çok şekillerle açıkladıkları gibi varlıklar, asla
varlık kokusunu almamışlardır ve almayacaktırlar. Mümkin varlıklar, kendi
orijinal hallerinde varlığa çıkmamış olarak kalırlar. Varlık, Alah’ın
varlığından başka bir şey değildir. Bizim algıladığımız varlıklar sadece tek olan
varlığın farklı tarzlarıdırlar. Konevî’nin ifadesi ile “En büyük belirsizlik
(müphemlik) ve perde, a’yân-ı sâbitenin etkisi sebebiyle tek olan varlıkta
meydana çıkan çokluktur. İnsanlar varlıkların vücud içinde ve vücud vasıtasıyla
tecelli ettiklerini sanırlar. Oysa hariçte onların sadece eserleri vücudda
tecelli eder. Tecelli ve hariçte olmak sadece vücuda mahsustur. Fakat
mevcudatın etkisiyle çoğul olmak şartıyla...” (16)
Her
mevcut bir vücudun mükemmelliğini gösterir. Böylece aynı anda onu hem örter,
hem de açığa çıkarır. “Allah mahlukatı perde gibi yaratmıştır.” Onları gerçek
olarak algılayan huzurundan men olunur. (Futûhât, 2/460) Biz eşyayı gerçekten
perdeler olarak algılamadığımız sürece bu dünya hayalden başka bir şey
değildir.
Varlıkta
meydana çıkarılmış her şey bir hayaldir. Fakat aslında o gerçektir. Kim o
gerçeği anlarsa (bu) yolun sırrını kavramıştır. (Fusus, 16. Bölüm)
Var
olan şeylerin aslında yok olmalarının bir işareti, onların her an yeniden
yaratılmalarıdır.
İbn
Arabî’ye göre, Allah (c.c) rüyaları canlılar alemine koymuştur. Böylece
insanlar, hayalen ontolojik seviyesini müşahede edebildikleri ve his alemine
benzeyen başka bir dünyanın varlığının farkına varırlar. Hayallerdeki hayali
formların hızlı dönüşümleri ile Allah bize his aleminin her an değişmekte
olduğunu göstermek ister. Eğer dünya iki zaman dilimi arasında tek bir durumda
kalacak olsa, Allah’tan bağımsız olma sıfatına sahip olurdu. “Fakat insanlar,
yeniden yaratılmada yenilenmiş kainat konusunda şüphe içindedirler.” (Kur’an,
50/15) (Futûhât, 3/199) Burada “hayal” (imagination) teriminin iki temel anlamı
tefrik edilebilmektedir. İlk anlam: Allah’tan başka olan herşey hayâlîdir.
İkinci anlam: Allah’tan başka hiçbir şey gerçek değildir.
Bu,
İbn Arabî’nin Rahman’ın nefesiyle bir tuttuğu “mutlak hayal” seviyesidir. Bu
yolla var olması mümkün olmayan yaratılır. (Çünkü var olan, tek varlık olan
değildir.) (Futûhât, 2/312)
Hayalin
aslı, her an değişme ve her şekilde ortaya çıkmadır. Allah’tan başka değişmeyen
hiçbir gerçek vücud (varlık) yoktur. Böylece Allah’tan başka gerçek varlık
(el-Vücud el-Muhakkak) yoktur. Diğer şeylere gelince (onlar) hayali (olarak)
varlıktadırlar. Böylece, Allah’ın zatı dışındaki her şey sürekli değişen
hayalden ibarettir. (Fütuhat, 2/313) Dünyadaki her şey bu nedenle rüyaymış gibi
yorumlanır. (Fusus 9. Bölüm)
İkinci
olarak hayal (imagination), “berzah” ve “âlem-i misal” olarak da adlandırılan
“âlem-i ervah” ile maddi alem arasındaki ontolojik bölgeyi gösterir. Burada,
manevi gerçekler hissi şekiller olarak tezahür etmekte ve alemden sonra
insanların sıfatları ve ahlaki özellikleri kişileştirilmektedir. Hayvanî nefis,
mücerred (olarak) ruhun maddî bedenle ilişki (sini) sürdürebildiği bir araç
yolu oynadığı gibi, hayal dünyası, bedenden ayrılmış ruhlarla maddi alem
arasında araç rolü oynar. Bu aradaki dünya ise iki çeşit hayale bölünmüştür.
Biri, bizim ruhumuza muttasıl (bağlı), diğeri munfasıldır (ayrı). Muttasıl ve
munfasıl arasındaki fark şudur: Birincisi, onu hayal edenin yok olmasıyla yok
olur. Diğeri (yani munfasıl) mütemadiyen mücerred manalar ve ruhlar için bir
depo olarak rol oynayan, kendi kendine var olan bir ontolojik seviyedir. Bu,
mücerred manalar ve ruhlara yalnızca kendilerine mahsus özelliklerine uygun olarak
olsa bile maddi şekil verir. (Futûhât, 2/311)
Mutlak
hayalde veya kainatta tezahür eden gerçeklerin istidatları, mutlak vücudun
kemalatını gösteren kabiller olarak rol oynayabildikleri ölçüde ortaya
çıkmaktadırlar. İstidat ise onu idare eden belirli isim ya da âyân-ı sâbite
tarafından belirlenmektedir. Peygamberler ve veliler de alelade diğer insanlar
arasındaki fark (şudur): Peygamberler ve veliler esmâ-ı hüsnanın mazharlarıdır.
Halbuki alelade insanlar hususî isimleri tezahür ettirirler. Peygamber ve veliler,
vücudun sayısız mükemmelliğini gösterir, alelade insanlar ise birkaç (tanesini)
gösterir. Alelade insanlar bu nedenle noksandır. (17)
Varlığın
istidadı ile yakından ilişkili olan bir de kader problemi vardır. Var olan her
şey Rabb’i tarafından belirlendiği için, kaderi önceden tayin edilmiştir. Fakat
kader sırrı (şudur ki): Allah (c.c) önceden takdirde bulunmaz. Tam aksine
varlık kendisini tayin eder. Allah’ın rolü, sadece eşyayı içinde bulunduğu
yokluktan, dünyadaki (harici alem) varlığa getirmek, yani nefesi yoluyla ona
rahmet göstermektir. Bir kere varlığa getirilmişken ne yapacaklarını ve son
kaderlerinin ne olacağını varlıklar kendileri belirlerler. Öyleyse onlar,
kendilerinden başka hiçkimseyi suçlamasınlar ve kendilerinden başka hiç kimseyi
medhetmesinler. Onlar hakkındaki bilgisi vasıtasıyla üstün delil Allah’ındır.
(kur’an, 6/149) (Fusus, 8. Bölüm)
Burada
İbn Arabî, Allah’ın eşyaya varlık verdiği “tekvînî emr”i ile insanlardan dine
uymalarını istediği “teklifî emr”ini birbirinden ayırır. İnsanlar, Allah’ın
teklîfî emrine uyup-uymamayı hür olarak kendileri seçerler. Fakat kendileri
nefislerine galip gelinceye kadar kaderlerini bilemeyecekleri için Alah’ın
emrine uymaları ve O’na güvenmeleri gerekir. Neticede insanların kaderi
kendileri tarafından belirlenmiş olur. “Rabbinize döneceksiniz.” (6/164) gibi
Kur’an ayetlerinin bir anlamı da budur.
Aynı
bağlamda İbn Arabî, insanların kendi inançları tarafından ortaya çıkarılan
Allah’a ibadet ettiklerini söyler. İnsanlar, mutlak vücud (olan) Allah’ı, ancak
a’yân-ı sâbiteleri tarafından belirlenen istidatlarının imkan verdiği ölçüde
tasavvur edebilirler. Peygamberler ve veliler esmâ-ı Hüsna’nın tecellileridir
ki, (bu isimler) yoluyla Allah’ı bilir ve idrak ederler. Nitekim peygamber ve
velilerin insanlığa getirdikleri ilimler ve kanunlar Allah’ın isimlerinin
tezahürleridir ki, Fusus’un bütün teması budur.
Diğer
insanlar, aynı ontolojik mükemmellikleri tezahür ettirmeyen belirli isimlerin
tecellileridirler. Böylece onların Allah hakkındaki inançları bilgi ve varlık
için olan kendi istidatları tarafından belirlenmiş olacaktır. Gerçekten ibadet
ettikleri Allah, (kendi Rableri) sınırlı istidatları tarafından yaratılmış
olacaktır. Allah’a Allah olarak (olduğu gibi) sadece en büyük peygamberler ve
veliler ibadet ederler. Çünkü onlar, Allah’ın herşeyi kuşatan isimlerinin
tezahür mahalleridirler.
Dünyadaki
her mevcut, varlık ve yokluğun ya da aydınlık ve karanlığın karışımıdır. Var
olduğu ölçüde vücudun bir tecellisi, yok olduğu ölçüde de gerçeğin üstünde
yokluğun bir perdesidir. “Böylece sen, varlık ve yokluğun veya hayır ve şerrin
arasında bulunuyorsun. (Futûhât, 2/304) Varlık, aydınlık; halbuki yokluk,
karanlıktır. Biz varlıktayız. Demek ki böylece bir hayırla kuşatılmışızdır.
(Futûhât, 3/486) Allah veya Mutlak Vücud hayr-ı mahzdır (sırf hayır). Bu
sebeple Hz. Peygamber (s.a.s): “Bütün iyilik Sendendir. (Senin elindedir)
Halbuki hiçbir şer Sana izafe edilemez” der. İbn Arabî, bu hadisten (şöyle bir)
netice çıkarır: Günlük hayatımızla tamamıyla alakalı olmasına rağmen şer temel
bir gerçekliğe sahip değildir. Yoksa şerrin varlık âleminde hiçbir rolü olmazdı
ve Allah’ın teklîf-i emri manasız olurdu.
Şerler
kime atfedilebilir? Zira kainat Mutlak Vücud olan Hayr-ı Mahz’ın (Allah)
elindedir. Oysa mümkin varlık, yok olarak tasavvur edilebilir. Bu durumda şer
ona atfedilebilir. Çünkü o, özünde Mutlak Vücud’un özelliğine sahip değildir.
Bundan dolayı şer, mümkin varlığın başına gelir. (Fütûhât, 3/315) Yaratıklara
Rahman’ın nefesi ile vücud verilmiştir. Sonunda onlar, rahmete dönerler. Allah,
Rahman ismi vasıtasıyla bizi yokluk olan şerden, varlık olan hayra çıkararak
bize merhamet etti. Böylece başlangıçtan bizi rahmete havale etti. Bu
düşünceden hareketle İbn Arabî, cehennemin bile rahmet olduğu, inanmayanların
cezalandırılmasından sonra (azam kelimesinin kök manasına göre), azabın lezzete
dönüşeceğini ileri sürer. (Fusus, 10. Bölüm)
Konevî,
şerri yokluğa isnad etmek yerine şerrin gerçekten aksettirdiği ontolojik
niteliklere ve dinin insanlığı şerrin neticelerinden muhafaza edişine dikkat
çekerek, Futûhât’ın pek çok pasajını kendisine örnek alır.
Peygamberler, kutsal kitaplar, din alimleri, camiler, iman, zikir ve
zühd gibi din ve kurtuluş ile ilgisi olan pek çok olgu “Hâdî” isminin tecelli
mahalleri iken; şeytânî insanlar, cinler, inançsızlar, ahlaksızlar ve akla
gelen her türlü Allah’tan uzak düşünce gibi şer tecellileri “Mudill” isminin
özelliklerini gösterirler.
Böylece
Konevî, pratikteki önemlerini küçültmeksizin bela ve cehenneme mahkumiyeti
tartışabilmektedir. Bu bağlamda Konevî, İbn Arabî’nin “insanın hedefine zıt,
onun mizaç ve yaratılışına ters (olan şey)” şeklindeki şer tanımını
hatırlatmaktadır. Konevî, ruhun şeriat ve tarikat tarafından kurulan dengeden
ayrıldığı zaman Mudill, Kahhar, Darr ve Müntakim gibi şiddet ifade eden
isimlerin tesiri altına girdiğini söyler. Netice olarak bu isimlerin etkileri,
bu dünyada veya öteki dünyada (ahiret) nefislerin hoşuna gitmeyen elem,
cezalandırma, hastalık Allah’tan uzaklık ve Allah’ın tecellilerine kapalı olma
şeklinde tezahür eder. (18)
Mutlak
hayrın (hayr-ı mahz) tecellisi olarak kainat, güzelliğin mahalli ve aşkın
konusudur. İster Allah, isterse masiva için olsun bütün aşkın madeni, aslı,
kendisi için kainatın yaratıldığı Allah’ın aşkıdır. “Gizli hazine” hadisinde
Allah aslında bilinmeyi istediğini değil, bilinmeyi sevdiğini söyler. Bu aşk
ile Allah, iradesini yokluk halindeki eşyaya yöneltti ve onlara: “ol” dedi.
(Futûhât, 2/167)
Allah’ın
kendisinde aşk, âşık ve mâşuk birdir. Çünkü aşkın objeleri (nesneleri) onun
yokluk halindeki kemalidirler. Yaratmada da böyledir. Herbiri hem âşık, hem
mâşuk olan bütün eşyada aşk kendini gösterir. Mevcudatta Allah’tan başka hiçbir
şey sevilmez. Çünkü O (Allah), her mâşukun içinde her âşıkın gözüne tezahür
eder. Aşıklardan başka hiçbir şey mevcut değildir. Böylece bütün kainat âşık ve
mâşuktur. Hiçkimse kendi yaratıcısından başka hiçbir şeyi sevmez. Fakat “Gerçek
Mâşuk”, Zeynep, Suad, Leyla, dünya, dirhemler, mevki ve sevginin objesi olan
her şeyle gizlenmiştir. (Fütûhât, 2/236)
İNSAN-I KÂMİL
Fusus’un
başında, İbn Arabî’nin terminolojisinin bir anahtar terimi olarak tartışılan
insan-ı kamil, “el-kevnü’l-câmî”dir. Yani bütün yaratıkları kapsar. Ontolojik
olarak, kainatın aslı ve gayesi olan insan-ı kâmil, aynı zamanda ruhânî kemâlin
modeli ve insanların rehberidir. En derûnî gerçeğinde “el-amâ” (bulut) olarak
bilinir.
Hz.
Peygamber’e mahlukatı yaratmadan önce Allah’ın (c.c) nerede olduğu soruldu. O:
“Ne altında, ne de üstünde; hiçbir mekanın bulunmadığı bir bulutta” diye cevap
verdi. Bulut, aslında içinde harflerin ve sözlerin ifade edildiği Rahman’ın
nefesi, saf varlığın tecellisidir. Bulut, mahlukatı yaratmadan önce Allah’ı
kuşatır. Bu nedenle bulut Allah ile mahlukat arasındadır. Bulut içinde bütün
sabit varlıkların (a’yân-ı sâbite) ihtiva olunduğu gerçeklerin gerçeğidir.
Fakat, insân-ı kâmil, hem bütün gerçekleri ihtiva etmesi anlamında her şeye
şamildir, hem de var edilmiştir. Yani insan-ı kâmil en azından dış boyutu ile
yaratıkları dünyasına (âlem-i halk) aittir. O, Allah ile kainat arasında bir
berzahtır. Çünkü hem ilâhî, hem de sonradan yaratılan gerçekleri ihtiva eder.
Allah’ta
bir ve çok bir aradadır. Kainatta ise çok (kesret) ayrılmıştır. Fakat insan-ı
kamilde bir ve çok (vahdet ve kesret) tam ayrılma ve dağılmaları ortasında
yeniden birleşmişlerdir.
Konevî’nin
açıklığa kavuşturduğu gibi insan-ı kamil, kendi içinde Allah’ın kendisini
bildirdiği Hazerat-ı Hamse’yi, (Beş ilaha makam) ihtiva eder. Konevî bunları:
1.
Hakikatü’l-Hakâyık
veya Hazret-i İlmiye
2.
Ruhlar âlemi
3.
Hayal âlemi
4.
Âlem-i cismânî
5.
Hazret-i cem’iyye
yani “insan-ı kâmil” olarak sıralar.
İnsan-ı kâmil, büyük kainattır. Halbuki (normal) insan, küçük
kainattır. Allah, dış âlemi sadece insana örnek olsun diye yaratmıştır. Böylece
insan, dünyada tezahür eden herşeyin kendisinin içinde olduğunu bilebilecektir.
Asıl gaye odur, hedef insandır. İnsanda bütün ilâhî isimler ve bu isimlerin
eserleri teşhir edilmiş, (sergilenmiş)tir. (Futûhât, 3/417)
İnsan-ı kâmil hem kainat, hem de fert olarak insanın ontolojik modeli
ise, tekamül ettirilmiş insan, bütün genişliği ve derinliği ile
gerçekleştirilen (bir) insanlık halidir.
Hz.
Peygamber’e göre Allah (Hz.) Adem’i kendi suretinde yaratmıştır. Kur’an’da,
Allah’ın, Adem’(e isimlerin hepsini öğrettiği belirtilir. (2/31) Diğer bütün
isimleri kuşatan isim olarak Allah (ismi) hakîkatü’l-hakâyıktır. İnsanın Allah
suretinde yaratılması demek, insanlığın manası veya değişmez varlığı olması
demektir. Halbuki insan, Allah’ın zâhirî şekli veya mevcut varlığıdır. Bu insan
potansiyeline yaşayışıyla ancak insan-ı kâmil ulaşabilir ve fiilen bu mertebeyi
gerçekleştirebilir. Yalnızca o Allah’ın (c.c) halifesidir. (Kur’an, 2/30) Bu
dünyada kemâle erişmeyen bir insan, insan değildir. Sadece akıllı bir
hayvandır. Bir cesedin yaşayan kişiyle ilişkisi ne ise onun da insanlıkla
ilişkisi odur. Görünüşte insandır, gerçekte değildir. Çünkü (insana ait) bütün
fakültelerden mahrumdur. Bütün ilahi isimlerin zarfı olarak davranmaya layık
olan sadece insan-ı kâmil olan halifedir. (Futuhat, 2/441)
Kur’an’a
göre Allah, emri gökten yere indirir. Sonra o (emir) insanın sayması (ölçüsü)
ile bin yıl olan bir günde ona yükselir. (32/5) Emrin bu inişi, Rahman’ın
nefesini üflemesidir. İnsanlık seviyesinde en düşük noktasına ulaştığı zaman
tersine döner.
Eğer
bir kişinin insan-ı kamil olması kaderinde varsa, aslına dönebileceği ve
daireyi tamamlayabileceği manevi bir yola girecektir. Sonra o insan, aynı
zamanda itidal makamı olarak da bilinen dairenin merkezindeki noktada yerleşir.
Çünkü insan-ı kâmil, yaratılmış olsun veya olmasın her gerçeğe eşit
uzaklıktadır. Bütün beşeri potansiyeli gerçekleştirmiş olarak insan-ı kâmil,
herşeyi ihtiva eden Allah ismini tezahür ettirir ve her sınırlı isim ve
varlığın idaresine girmekten kaçar.
Konevî’nin
açıklamasına göre itidal, kendisinde az olana cezbedilen kişi dışında, kimsenin
sapmadığı bir merkezdir. Eğer bir kişi, cazibeli ve kahredici bir ilgi
sebebiyle merkezden herhangi bir tarafa ayrılırsa itidali kaybeder. Eğer
itidalden ayrılması neticesinde belirli bazı isimle ve o isimlerin tecellileri
galip gelirse dengeyi kaybeder. O zaman Allah’a, o sınırlı ismin tecelliyatı
bakımından ibadet edecektir. (19)
Gerçekten
Allah’ın halifesi olarak hareket eden insan-ı kâmilin manevi değeri “O,
göklerde ve yerde onların hepsini sizin buyruğunuz altına vermiştir.” (Kur’an,
45/13) gibi Kur’an ayetlerinin manasını açıklar. (Fusus 16. Bölüm)
“Her
insan vehim ve hayal kuvvetiyle hariçte varlığı olmayan ve yalnız kendi
hayalinde var olan şeyi meydana getirir. Halbuki arif, himmetiyle o himmetin
bulunduğu yerin dışında hasıl olan şeyi meydana getirir.” (Fusus 6. Bölüm)
Normal
olarak veliler bu gücü istihdam etmekten sakınıyorlarsa bu, onların herşeyin
Allah’ın iradesi doğrultusunda meydana geldiğini bilmeleri sebebiyledir. Ne
zaman arif, himmetini dünyada uygularsa, bu ilahi emir sebebiyledir. Bunu
yapmaya mecbur olduğu için yapar, hür seçimi ile değil. (Fusus, 13. Bölüm)
Himmetini
nihâî hedefine doğru döndürebilmek için insan arınma ve kemal yolunu
tutmalıdır. Bütün sufiler için olduğu gibi İbn Arabî için de bu yolun temeli
İslam pratiğidir. O, günlük ibadetleri, Ramazan’da orucu vs. (kısaca İslam’ın
esaslarını) değiştirilemez öğeler olarak kabul eder. Hatta bize öğütleri
(vasiyetleri) içinde şöyle dediğini görürüz: “Namaz esnasında sakalınla veya
elbisenin herhangi bir parçası ile oynama ve rüku esnasında sırtının düz
olduğundan emin ol.” (Futuhat, 4/497)
İngilizce’ye
“instructions to a postulant” adı ile tercüme edilen “Künh mâ lâ büdd
minhu’l-mürîd” gibi bir eser gösterir ki, o, hem farzların hem de sünnette tavsiye
edilen nafile amellerin samimi ve titiz pratiğini tasavvufun vazgeçilmez şartı
sayar.
İbn
Arabî, ayrıca İslam’ın farzlarına yapılan ilaveler ve takvadan ibaret olan
tasavvufa has amelleri ayrıntılı olarak açıklar. el-Cendî, İbn Arabî’nin
öğretilerini on prensipte özetler:
1.
Sürekli manevî ve
ahlâkî temizlik (tevbe)
2.
Aralıksız zikir
3.
Dikkati dağıtan
düşüncelerin tasfiye edilmesi (tefekkür)
4.
Sürekli murakabe
5.
Günlük muhasebe
6.
Şeyhinin durumuna
dikkat etmek (tavsiyelerine uymak)
7.
Açlık (az yeme)
8.
Gece ibadeti (az
uyuma)
9.
Sessizlik (az
konuşma)
10.
İç inceliği
(rikkat) ve gözyaşı
Bu talimatların hemen hepsi tarikatların çoğunda bulunmaktadır.
MUHAMMEDÎ VELAYETİN MÜHRÜ
İslam diğer anlamların yanında (kendisinden sonra kıyamete kadar
peygamber gelmeyecektir manasında) İslam Peygamberine (hâtemü’n-nübüvvet)
peygamberliğin mührü ismini verir. Birkaç pasajda, İbn Arabî iki velayet
mühründen bahseder: “Umûmî velayet mührü” yani dünyanın sonunda döndüğü zaman
Hz. İsa (a.s) ve “Muhammedî velayet mührü”. Bazen İbn Arabî Muhammedî velayet
mührünün kendisi olduğunu açıklar ve müridlerinin çoğu bunun doğruluğunu iddia
ederler.
O,
bazı yerlerde de bu mührün başka biri olduğunu ima eder. Mesela, bir pasajda
Muhammedî velayet mührünün (595/1198-1199) yılında karşılaştığı bir Arap
olduğunu söyler. Sonra bu kişinin fonksiyonunu açıklamaya geçer. Allah (c.c)
Hz. Muhammed (s.a.s) ile kendisine şeriat verilen peygamberliği mühürlemiştir.
Muhammedî velayet ile Allah, diğer peygamberlerden hasıl olan velayeti değil,
Muhammedî verasetle hasıl olan velayeti mühürlemiştir. Çünkü velilerin arasında
(Hz.) İbrahim (a.s), (Hz.) Musa (a.s) veya (Hz.) İsa’ya (a.s) varis olanlar
vardır.
İbn
Arabî’ye Muhammedî velayet mührünü nisbet eden müridleri tarafından bunun nasıl
anlaşıldığı hususundaki en berrak ve en net açıklamalardan biri el-Cendî
tarafından yapılmıştır. O şöyle der:
Allah’an
zâtî sıfatları, fiilleri ve Allah’ın ilmindeki eşyanın hakikati konusundaki
gerçek bilgi en mükemmel ve tam bir şekilde ikinci mertebedeki kaynaklardan ve doktrinlerden
elde edilemez. Ancak, birinci olarak peygamberlerin mührü ve ikinci olarak
Muhammed (s.a.s)’in tam varisi olan velilerin mühründen elde edilebilir. Nasıl
Allah’ın diğer isimlerinden daha mükemmel ve şamil olan bir isim, yani Allah
ismi olmalı ise, aynı şekilde diğer bütün peygamberler ve velilerden daha
mükemmel bir peygamber ve veli olmalıdır. Bunlar da mühürlerdir.
İbn
Arabî’nin, Muhammedî velayetin mührü olduğu iddiası, böylece onun öğretilerinin
bütün İslâmî öğretileri içine aldığına delalet eder. Gerçekten tasavvufun,
hemen hemen her aklî tanımlaması doğrudan ya da dolaylı olarak onun kendi
eserlerinden ya da takipçilerininkinden kaynaklanmıştır. En azından bu açıdan
bu iddiayı reddetmek zordur. S. H. Nasr’ın ifadesiyle, asırlarca mistik sezgi
aracılığı ile Sufi şeyhlerinin marifet muammalarını yorumlamaya ve yaratılmış
nurların tecellisi ile gerçek hakkında elde ettikleri rüyetlerini açıklamaya
çalıştıkları kıymetli öğretileri İbn Arabi sağlamıştır...
DİPNOTLAR
*) Bu makale Islamic Spırıtuality and Manifestations
isimli, pek çok makalenin toplandığı 1991 yılında neşredilen bir kitaptan
alınmıştır.
1) Onun Arapça’daki adı İbn el-Arabî olsa bile,
müslüman müridleri arasında ve Avrupa dillerinde İbn Arabî denilir. Burada da o
şekilde muhafaza edildi.
2) M. Protfitlich, Die Terminologie ibn Arabis İm
“Kitab Wasail as-sail” des İbn Saudakin (Freiburg İm Breisgau: Klaus Schwarz
Verlag, 1973) Arapça metin s. 21. Al-Cendî, Şerhu Fusûsi’l-Hikem, girişte müjde
kelimesinin açıklaması; ayrıca Nefhatu’r-Ruh, (İstanbul, Hacı Mahmud, 2447)
fasikül: 236)
3) Futuhâtu’l-Mekkiye, Beyrut, Dâr-ı Sâdir,
1/153-54.
4) Futuhâtu’l-Mekkiye, 1/155;3/143, 341; 4/77;
el-Uryâbî’nin Hz. İsa’yla olan ilişkisi için bkz. Futuhât, 1/223.
5) el-Cendî, Şerhu Fususi’l-Hikem, 2. bölümün şerhi;
Konevî, el-Fukuk, 233.
6) İbn Arabî, Fihrist al-müellefât, A. E. Afifi
Neşri “İbn Arabî Çalışmaları” İskenderiye Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi
Dergisi, 8 (1954) 194.
7) H. corbin, Creative İmagination in the Sufism of
İbn Arabî, Princeton University Press, 1969) 73.
8) Konevî, Fukuk, 184.
9) Konevî, Nefahât, (Tahran, Şeyh Ahmed Şirâzî,
1316/1898-99) 152-53.
10) Câmî, Nefahâtu’l-Üns, M. Tevhidipür Neşri,
(Tahran, Sâdî, 1336/1957) 556.
11) a.g.e. 559.
12) Claude Addas, İbn Arabî, (Paris Gallimard, 1989)
374-77, M. Chodkiewicz, Emir Abdu’l-Kadir’den tercüme, Ecrits spirituels,
(Paris Seuil, 1982) 183.
13) W. Chittick, “Sultan Burhan al-Din’s Sûfî
Corresposdence, “Wiener Zeitchrift für die kunde des Morgenlandes, 73 (1981)
33-45.
14) M. Asin Palacios, The Mystical Philosophy of İbn
Masarra and His Followers, tercüme, E. H. Douglas and H. W. Yoden, (Leiden,
Brill, 1978) 174-75.
15) An İslamic Creation Myth, Futuhatu’l-Mekkiye,
(Beyrut, Dar-ı Sadir, Tarihsiz) 1/323.
16) Konevî, Nusus, 298.
17) Kur’an, 75/23; 53/43; el-Ferğanî,
Munteha’l-Medarik, 1/43-44.
18) Konevî, Merâtibu’t-Takva, İstanbul, Şehid Ali
Paşa, 1340/3; Cârullah, 1001/3; Feyzullah, 2163.
19) İcâzü’l-Beyan fi tefsiri ümmi’l-Kur’an,
(Haydarâbat, Deccan, Osmania Oriantal publications Bureau, 1949) 271.
Yorumlar