Kalp, Nefs ve Ruh
Din, kökleri zahirî dinî uygulamalar (ameller) olan bir ağaçtır, Bu ağacın dallan mistisizm, meyvesi ise hakikattir. (s. 13)
Çeşitli peygamberler ve manevî eğiticiler tıpkı, bir odayı aydınlatan ampuller gibidir. Ampuller değişse de elektrik tek ve ayın kaynaktan, Allah (c,c) 'tan gelmektedir. (s. 14)
Arapça’da Şeriat “ana yol" anlamına gelmektedir. (s. 14)
Tarikatın sözcük anlamış' Bedevilerin vahadan vahaya izlediği patika yoldur. Bu yol bir karayolu gibi çıkış işaretleriyle açıkça işaretlenmiş bir yol değildir. Bu işaretsiz çölde yolunuzu bulmak için bölgeyi yakından tanımanız gerekecek ya da güzergahı hilen ve yerel işaretleri tanıyan birisinin kılavuzluğuna ihtiyacınız olacaktır. Şeriat dinin zahiri uygulamasını ifade ettiği gibi, tarikat da tasavvufun manevî uygulamalarını ifade eder. Doğru yolu bulmak üzere gereksinim duyduğunuz kılavuz Şeyhtir. Şeriat dışımızı temiz ve çekici kılar. Tarikat ise, içimizi temiz ve arınmış yapmak üzere tasarlanmıştır. Bunlar birbirini desteklerler. (s. 14)
Hakikatten önce bütün uygulamalar taklitten ibarettir. (s. 15)
Dördüncüsü marifettir; yani gnosistir. Gnosis derin hikmet ya da manevi gerçeğin bilgisidir. Çok az kişi tarafından elde edilebilen bir gerçeklik bilgisidir. Burası elçilerin, peygamberlerin, bilgelerin ve evliyanın istasyonudur.
İbni Arabî bu dört dereceyi açıklamıştır. Hukuk (şeriat) düzeyinde “seninki ve benimki" vardır. Yani dini hukuk bireysel haklan ve insanlar arasındaki etik ilişkileri teminat akına almaktadır. Tasavvuf yolu düzeyinde (tarikat), "benimki senindir, seninkisi de senin". Dervişlerin birbirlerine karşı kardeşâne muamele etmesi -evlerini, kalpleri ve keselerini birbirlerine açmaları-beklenir. Gerçeklik (hakikat) düzeyinde, "ne benimki vardır ne de seninki", Tekamül etmiş Sûfiler her şeyin Allah (c.c)'tan geldiğinin, kendilerinin yalnızca hizmetkâr olduklarının ve hiçbir şeye sahip olmadıklarının idrakine varırlar. Hakikati idrak edenler, mülkiyete ve genel alarak ün ve makam dahil bütün hariciliklere, olan bağlılığı aşmışlardır Marifet düzeyinde “ne ben ne de sen varsın". Birey, her şeyin Hakk'tan ibaret olduğunu ve hiç kimsenin Hakk’ın gayrı olmadığını anlar. Bu tasavvufun nihaî hedefidir. (s. 15)
O öğle sonu dervişlerle çay içmeye davet edildim ve şeyh birkaç sûfî öyküsü anlattı. O an anladım ki; bu tarikatın yaşayan realitesi, tasavvuf hakkında okuduğum bütün kitaplardan çok daha zengindi. Kitaplarda tekrar tekrar anlatılan öyküler, bu öyküleri anlatırken ayrıca bir konteks sağlayan ve öyküde gizli önemli hususları vurgulayan bir üstad tarafından anlatıldığında yaptığı etkinin bir kıvılcımı bile olamazlardı. (s. 17)
Ayrıca Şeyh Muzaffer Efendimin öğretilerindeki hikmet ve uygulanabilirlik de beni derinden etkiledi. Benim daha Önceki manevî rehberlerimden birçoğu münzevî keşişlerdi. Aslında hiçbir zaman işi ve ailesi olmamış İnsanların çalışma ya da ilişkiler konusundaki vaazlarını dinlemekten bıkmıştım. Şeyh Muzaffer Efendi dünya hakkında tamamıyla gerçekçi ve bilgi sahibi idi. Bir işi (dinî kitaplar satan bir kitapçı), bir eşi ve yetiştirdiği iki çocuğu vardı. (s. 18)
İçsel (bâtıni) dönüşüme götürebilecek bir yola girme fikri, benliğimin bu parçasını çok korkutmuştu. (s. 19)
Sevginin yüksek yoğunluktan {şeyhin kalbinden) düşük yoğunluğa (derviş adayının kalbine) geçtiği söylenir. Aynı şekilde Allah (c.c) sevgisi kalplerimizde büyüyorsa, bu Allah'ın bizi sevdiğinin işaretidir. Bâyezid'ın yazdığı gibi; "Başlangıçta dört açıdan hatalıydım. Allah (c,c)'ı hatırlamayı, Onu tanımayı, onu sevmeyi ve Onu aramayı amaçladım. Sonuna geldiğimde gördüm ki; ben Onu hatırlamadan önce O beni hatırlamıştı, O beni beri tanımadan önce tanımıştı, Onun bana yönelik sevgisi, ben Onu sevmeden önce vardı ve ben Onu aramadan önce O beni aramıştı" (s. 20)
Gerçek başarı, Allah (cc) ile fani olaylardaki iniş ve çıkışlarla sarsılmayacak bir bâtıni barış ve paylaşım düzeyi geliştirmektir. (s. 25)
Şeyh Muzaffer Efendi bize bunu aşağıdaki misal ile açıklardı.
Bir vezîr-i âzam baba olduğunda, küçük kızını sultana getirir. Sultan bebeği kucağına alır, çocuk aniden Sultanın kucağım ıslatır. Çocuğu babasına geri verirken, alaycı bir ses tonuyla "bak kızın ne yaptıl Şimdi kıyafetimi değiştirmek zorundayım" der.
Sultan bebeğin kucağım ıslatmasını atfetmişti; ama eğer bunu vezfr-i âzam yapmış olsaydı, sultan onun kellesini vurdururdu. Bizler tıpkı ilahi kudretin kucağında oturan bebekler gibiyiz. Ne zaman bir hata yapsak, bu tıpkı o kucağı ıslatmak gibidir. Allah (c.c) bizi tekrar tekrar affeder. Ancak biz olgunlaştıkça, bu tür hataları önlemek için daha fazla çaba göstermeliyiz. (s. 25)
Eğer birisi yanıma oturursa
Ve Sevgili hakkında konuşursak,
Eğer onun gönlünü rahatlatamazsam.
Eğer onun daha iyi hissetmesini sağlayamazsam kendini
Kendisi ve bu dünya hakkında,
O zaman Hâfız,
Hemen camiye koş ve yalvar-
İşledin çünkü tam şu anda.
Bildiğim tek günahı.
(Hâfız)
(s. 27)
Sûfî psikolojisinde benlik ya da nefis. psişe'nizin en kötü hasımı olarak başlayan, ancak paha biçilmez bir alete dönüştürülebilecek bir unsurudur. (s. 29)
Tasavvuf, zalim nefsin anlaşılması ve dönüşümü için güçlü ve etkili araçlar sağlar, Bu araçlar arasında nefs muhasebesi, öz-disiplin ve başkalarında kendini görme yer alır. (s. 29)
Evren kozmik bir saklambaç oyunudur. Bizim maksadımız, yaratılış gayemiz; Allah (c.c)'ı aramaktır ve en yüce insanlar Onu bulanlardır. Türk Sûfî şairi Yunus Emre şöyle der:
“Erenler bir denüzdür, Aşık gerek dalası;
Bahri gerek denizden, girüp gevher alası."
(s. 31)
Hedefimiz kendi içimizdeki bu ilâhi kıvılcımı keşfetmek ve kutsal doğamızın bâtıni rehberliğinde yaşamayı öğrenmektir. Manevî kalbin bâtınî rehberliği, Sûfî yolunda ilerledikçe daha aşikâr hale gelecektir. Zamanla zahirî kurallar ya da prensipler yerine kendi kalplerimiz tarafından yönlendirileceğiz. Ancak bu seyr ü sülûk'ün oldukça ileri bir aşamasıdır. (s. 31)
Evren, Allah (c.c)’ın Kün (ol) emriyle başladı. Bu emirle evren oluşmaya başladı. Arapça'da Kün, iki harften: K ve N'den oluşmaktadır. K' kemali (mükemmelleşme) ve N' nuru ifade etmektedir. Böylece mükemmel nurun yaratılışı gerçekleşti. Bu ilk yaratılış peygamberlik nuru olarak ya da maddi evrenden önce gelen saf nur (maya) olarak adlandırıldı. Bu nur bütün ruhların ve inşa ettiğimiz maddi eşyanın temel maddesidir. Tıpkı Yunanlılann enerji ve maddeden önce var olan Lagos'u (düşüncesi) gibidir. Allah (c.c)’tan gayri, her şey bu nurdan yaratıldı. (s. 36)
Tasavvufun hedeflerinden birisi, günlük, yaşamın kendisini derin bir manevî pratik haline getirmektir. (s. 38)
Fakir bir derviş, talebe okutacak okulu olmayan bir Arapça hocasına rast gelir. Hoca derslerini şehrin duvarına tebeşirle yazarak vermektedir. Derviş, hocaya kendisinin de okuma yazma öğrenip öğrenemeyeceğini sorar. Dervişin samimiyetinden etkilenen hoca ona ücretsiz ders vermeyi kabul eder. Duvara tek bir çizgi çizer ve açıklar; “Bu Elif harfi, alfabenin ilk harfidir" der. Derviş başını eğer, hocaya teşekkür eder ve oradan uzaklaşır. İlk derste alfabenin en az yarısını öğretme âdeti bulunan hoca şaşırır. Bu eğitim uzun bir süreç olacak gibi görünmektedir.
Derviş ne ertesi gün ne de ertesi hafta gelmez ve sonunda hoca onu tamamen unutur. Aylar sonra derviş gözleri gönül ışığıyla parlayarak gelir. Hocayı hararetle selamlar ve ikinci derse hazır olduğunu söyler. Hoca içinden “Bu hızla alfabeyi asla bitiremeyecek" diye düşünür, ama dervişe "Tamam. Şimdi ilk dersimizi tekrarlayalım, Elif harfini duvara yaz” der.
Derviş, Elif harfini yazar ve duvar yıkılır gider.
Bu öykü bize basit başlangıçlarda, genel olacak zannedildiğinden daha derin anlamlar bulunduğunu ve manevî tekamülün sırrının ne kadar çok öğrendiğimiz değil, öğrendiğimizde nasıl derinleştiğimiz olduğunu anlatmaktadır. (s. 40-41)
Günümüzde dünya küçüldü ve komşularımız arasına dünyanın her yerindeki açlar dahil oldu. Derviş olmak, sosyal adalete inanmak, açlığı ve ıstırabı hafifletmek için elimizden gelen her şeyi yapmaktır. Başkalarının ıstırabını hissetmeyen kalp, ilahi aşkı duyamaz. (s. 41)
Fiziki kalp yaralandığında, hastalanırız ve eğer aşırı derecede, hasar görürse ölürüz. Eğer manevî kalbimiz nefisin (ya da alt benliğin) negatif karakteristiklerine boyanırsa, manen hastalanırız. Eğer kalbimiz tamamen nefsin egemenliğine girerse, manevî yaşamımız sona erer. (s. 47)
Nefisler zevke düşkündür ve Allah (c.c)'la ilgilenmezler; kalp ise Allah (c.c)’a düşkündür ve yalnızca Allah (c.c)’ı anmakta zevk arar. (s. 47)
Hakîm Tirmizi'ye göre; kalbin dört istasyonu vardır: Göğüs (sadr), kalp, İç kalp (lübb), en iç kalp (lübbü'l-lüb). Bu dört istasyon tıpkı ortak merkezli iç içe küreler gibi birbiri içinde yer alır. Göğüs en dış küreyi meydana getirirken, kalp ve iç kalp İki orta küreyi oluşturur ve kalbin özü merkezdedir.
Her bir istasyon bir nura sahiptir. Göğüs herhangi bir dinin zahirî formlarının uygulanmasının (amel) nurunun mekânıdır. Kalp evi İman Nurunun mekânıdır. İç kalp Marifetullahın (gnosis) Nurunu barındırır. En iç kalp kutsallığın iki yönü olan Tevhid Nuru ve Ehadiyet Nurunu taşır.
Dört istasyon tıpkı bir çiftliğin farklı mekânları gibidir. Göğüs, tıpkı bir çiftliğin dışarıyla sınırlarını belirleyen, vahşi hayvanlara ya da yabancılara en fazla açık olan en dış kısmı gibi, en dış bölgeyi oluşturur. Kalp ile dünya arasındaki ara yüzeydir.
Kalp, evin kendisine karşılık gelir. Duvarlarla çevrili ve kilitli bir ya da daha fazla kapılarla güvenlik altına alınmıştır, Yalnızca aile üyeleri ve davetli misafirler girebilir. İç kalp ailenin en değerli mal varlıklarını içinde saklayan kilidi hazine odasıdır. Anahtarı çok az kişide bulunur. (s. 49)
Göğüs bizim dünya ile ilişkilerimize öncülük eder ve onun aracılığıyla alt benliğin negatif teşviklerine direniriz. (s. 50)
Göğüs; içimizdeki pozitif ve negatif güçler arasındaki ana muharebe meydanıdır. (s. 50)
Tasavvuf işi, göğsün temizlenmesi ve kalbin açılması bâtınî çalışmasını içerir. Katı kalpliliğin çarelerinden birisi Allah (c.c)'ı zikretmektir. Zikrullahın iki en yüce biçimi farz olan İbadetler ve Allah (c.c)'nın isim ve sıfatlarının yâd edilmesidir. Şeyh Muzaffer Efendi "İbadetin zahiri şartlarını öğrenmek oldukça kolaydır, ancak zor olan kalplerimize dua etmeyi öğretmektir" derdi.(s. 51)
Nefs bütün zahirî eylemlerimizin hayati parçasıdır, çünkü eylem kapasitemiz nefiste yer alır. Bir bakıma, kalp hisseder ve nefs eyleme döker. Dinin amelî uygulamasının, nefsin Allah (c.c.)'ın iradesi doğrultusunda kullanılması olduğunu söyleyebiliriz. Bu, bireysel iradenin Allah (c.c)'ın iradesine teslim olması, kutsala hizmete adanmışlık ve bizi Allah (c.c)'a götürecek yolu izlemekle olur.
Paradoksal olarak, ayrıca kolay ya da en çekici olanın yerine doğru olanı yapmak üzere bireysel irademizi kullanmaya ihtiyacımız vardır. Bütün dinlerde bulunan hakikat yolunu izlemek için bireysel irademizi doğru kullanmalıyız. Müritlerden birisi bazı eski alışkanlıklarını yenmek için başarısızca mücadele etmekteydi, Mürşidinden hayır dua istedi, Mürşidi şöyle cevap verdi; “Sen benim hayır duamı, aynca Allah (c.c)'ın lütfunu alacaksın. Şimdi ihtiyacın olan şey kendi hayır duadır”.
Bir bakıma nefis, bizi sınamak için sadra girer. Başarılı olmak için mutlaka dinî ve manevî amellerde başarılı olmalı ve ihlasla ve şefkatle hareket etmeye devam etmeliyiz. Bu ameller bizim negatif eğilimlerimizi dağıtır; sonra kalbin iman nuru sadrı aydınlatır ve nefsin sadra egemen olmasını önler. Bu noktada bile, negatif, dengesiz huylarla mücadele etmeye devam etmek zorundayız. (s. 50-51)
Beyin data saklayan ve depolanan bilgileri yeniden düzenleyebilen bir bilgisayar gibidir; ancak yaratıcılık kalpten gelir. Maalesef, hâlâ kibirli, dünyaya düşkün ve egoist bir çok yaratıcı bireyin bulunmasında görüldüğü gibi, kalbin yaratıcılığı nefsler tarafından kötüye kullanılabilir. (s. 53)
Kalp Qmin temel prensiplerini İçerir. Tıpkı sadırdaki bilgi havuzunu besleyen bir kaynak gibidir. Kalp bir kök ve sadr ise ondan beslenen bir daldır. Hem kalbin bâtınî ilmi hem de aklın (ya da sadrın) zahirî ilmi gereklidir. (s. 54)
Kalp bilir, İç kalp ise görür. (s. 56)
Vizyonsuz bilgi sahipleri tıpkı yabancı bir ülke hakkında yıllarca eğitim gören ancak o ülkeyi asla ziyaret etmemiş âlimler gibidir. Uzaktan üzerinde ne kadar bilgi öğrenirlerse öğrensinler, idraklerinde daima bir eksiklik bulunacaktır. (s. 56)
İç kalbin idraki gerçek idraktir. "Kalp gördüğünü hiçbir şekilde yalanlamadı” (53/1) Gerçek hikmet bâtınî ilmin iç vizyonla birleşmesinden doğar. (s. 57)
En iç kalp Allah (c.c)’in rahmet suları ile sulanır ve kökleri kuşkusuzluk nurları ile doludur. Allah (c.c) herhangi bir aracı olmaksızın en iç kalbi doğrudan ekip biçer. Tutkuları ve cehaletiyle nefs ona yaklaşamaz bile. En iç kalbin ağaçlan İman Nurunu taşır. "Lakin Allah (c.c) size imanı sevdirdi ve onu kalplerinizde güzelleştirdi" (49/7)
Kötü huylarından dönen ve en iç kalbe ulaşmayı başarabilenler bâtınî idraki kazanırlar. “(O) hikmeti dilediğine verir ve her kime hikmet verilirse, muhakkak ona pek çok hayır verilmiş demektir. Bunu akıl sahiplerinden başkası hatırlamaz” (2/269). En derin hakikatler ancak lübbü’l-lüb yoluyla anlaşılabilir. (s. 58)
Gelenek Yayıncılık
Çeşitli peygamberler ve manevî eğiticiler tıpkı, bir odayı aydınlatan ampuller gibidir. Ampuller değişse de elektrik tek ve ayın kaynaktan, Allah (c,c) 'tan gelmektedir. (s. 14)
Arapça’da Şeriat “ana yol" anlamına gelmektedir. (s. 14)
Tarikatın sözcük anlamış' Bedevilerin vahadan vahaya izlediği patika yoldur. Bu yol bir karayolu gibi çıkış işaretleriyle açıkça işaretlenmiş bir yol değildir. Bu işaretsiz çölde yolunuzu bulmak için bölgeyi yakından tanımanız gerekecek ya da güzergahı hilen ve yerel işaretleri tanıyan birisinin kılavuzluğuna ihtiyacınız olacaktır. Şeriat dinin zahiri uygulamasını ifade ettiği gibi, tarikat da tasavvufun manevî uygulamalarını ifade eder. Doğru yolu bulmak üzere gereksinim duyduğunuz kılavuz Şeyhtir. Şeriat dışımızı temiz ve çekici kılar. Tarikat ise, içimizi temiz ve arınmış yapmak üzere tasarlanmıştır. Bunlar birbirini desteklerler. (s. 14)
Hakikatten önce bütün uygulamalar taklitten ibarettir. (s. 15)
Dördüncüsü marifettir; yani gnosistir. Gnosis derin hikmet ya da manevi gerçeğin bilgisidir. Çok az kişi tarafından elde edilebilen bir gerçeklik bilgisidir. Burası elçilerin, peygamberlerin, bilgelerin ve evliyanın istasyonudur.
İbni Arabî bu dört dereceyi açıklamıştır. Hukuk (şeriat) düzeyinde “seninki ve benimki" vardır. Yani dini hukuk bireysel haklan ve insanlar arasındaki etik ilişkileri teminat akına almaktadır. Tasavvuf yolu düzeyinde (tarikat), "benimki senindir, seninkisi de senin". Dervişlerin birbirlerine karşı kardeşâne muamele etmesi -evlerini, kalpleri ve keselerini birbirlerine açmaları-beklenir. Gerçeklik (hakikat) düzeyinde, "ne benimki vardır ne de seninki", Tekamül etmiş Sûfiler her şeyin Allah (c.c)'tan geldiğinin, kendilerinin yalnızca hizmetkâr olduklarının ve hiçbir şeye sahip olmadıklarının idrakine varırlar. Hakikati idrak edenler, mülkiyete ve genel alarak ün ve makam dahil bütün hariciliklere, olan bağlılığı aşmışlardır Marifet düzeyinde “ne ben ne de sen varsın". Birey, her şeyin Hakk'tan ibaret olduğunu ve hiç kimsenin Hakk’ın gayrı olmadığını anlar. Bu tasavvufun nihaî hedefidir. (s. 15)
O öğle sonu dervişlerle çay içmeye davet edildim ve şeyh birkaç sûfî öyküsü anlattı. O an anladım ki; bu tarikatın yaşayan realitesi, tasavvuf hakkında okuduğum bütün kitaplardan çok daha zengindi. Kitaplarda tekrar tekrar anlatılan öyküler, bu öyküleri anlatırken ayrıca bir konteks sağlayan ve öyküde gizli önemli hususları vurgulayan bir üstad tarafından anlatıldığında yaptığı etkinin bir kıvılcımı bile olamazlardı. (s. 17)
Ayrıca Şeyh Muzaffer Efendimin öğretilerindeki hikmet ve uygulanabilirlik de beni derinden etkiledi. Benim daha Önceki manevî rehberlerimden birçoğu münzevî keşişlerdi. Aslında hiçbir zaman işi ve ailesi olmamış İnsanların çalışma ya da ilişkiler konusundaki vaazlarını dinlemekten bıkmıştım. Şeyh Muzaffer Efendi dünya hakkında tamamıyla gerçekçi ve bilgi sahibi idi. Bir işi (dinî kitaplar satan bir kitapçı), bir eşi ve yetiştirdiği iki çocuğu vardı. (s. 18)
İçsel (bâtıni) dönüşüme götürebilecek bir yola girme fikri, benliğimin bu parçasını çok korkutmuştu. (s. 19)
Sevginin yüksek yoğunluktan {şeyhin kalbinden) düşük yoğunluğa (derviş adayının kalbine) geçtiği söylenir. Aynı şekilde Allah (c.c) sevgisi kalplerimizde büyüyorsa, bu Allah'ın bizi sevdiğinin işaretidir. Bâyezid'ın yazdığı gibi; "Başlangıçta dört açıdan hatalıydım. Allah (c,c)'ı hatırlamayı, Onu tanımayı, onu sevmeyi ve Onu aramayı amaçladım. Sonuna geldiğimde gördüm ki; ben Onu hatırlamadan önce O beni hatırlamıştı, O beni beri tanımadan önce tanımıştı, Onun bana yönelik sevgisi, ben Onu sevmeden önce vardı ve ben Onu aramadan önce O beni aramıştı" (s. 20)
Gerçek başarı, Allah (cc) ile fani olaylardaki iniş ve çıkışlarla sarsılmayacak bir bâtıni barış ve paylaşım düzeyi geliştirmektir. (s. 25)
Şeyh Muzaffer Efendi bize bunu aşağıdaki misal ile açıklardı.
Bir vezîr-i âzam baba olduğunda, küçük kızını sultana getirir. Sultan bebeği kucağına alır, çocuk aniden Sultanın kucağım ıslatır. Çocuğu babasına geri verirken, alaycı bir ses tonuyla "bak kızın ne yaptıl Şimdi kıyafetimi değiştirmek zorundayım" der.
Sultan bebeğin kucağım ıslatmasını atfetmişti; ama eğer bunu vezfr-i âzam yapmış olsaydı, sultan onun kellesini vurdururdu. Bizler tıpkı ilahi kudretin kucağında oturan bebekler gibiyiz. Ne zaman bir hata yapsak, bu tıpkı o kucağı ıslatmak gibidir. Allah (c.c) bizi tekrar tekrar affeder. Ancak biz olgunlaştıkça, bu tür hataları önlemek için daha fazla çaba göstermeliyiz. (s. 25)
Eğer birisi yanıma oturursa
Ve Sevgili hakkında konuşursak,
Eğer onun gönlünü rahatlatamazsam.
Eğer onun daha iyi hissetmesini sağlayamazsam kendini
Kendisi ve bu dünya hakkında,
O zaman Hâfız,
Hemen camiye koş ve yalvar-
İşledin çünkü tam şu anda.
Bildiğim tek günahı.
(Hâfız)
(s. 27)
Sûfî psikolojisinde benlik ya da nefis. psişe'nizin en kötü hasımı olarak başlayan, ancak paha biçilmez bir alete dönüştürülebilecek bir unsurudur. (s. 29)
Tasavvuf, zalim nefsin anlaşılması ve dönüşümü için güçlü ve etkili araçlar sağlar, Bu araçlar arasında nefs muhasebesi, öz-disiplin ve başkalarında kendini görme yer alır. (s. 29)
Evren kozmik bir saklambaç oyunudur. Bizim maksadımız, yaratılış gayemiz; Allah (c.c)'ı aramaktır ve en yüce insanlar Onu bulanlardır. Türk Sûfî şairi Yunus Emre şöyle der:
“Erenler bir denüzdür, Aşık gerek dalası;
Bahri gerek denizden, girüp gevher alası."
(s. 31)
Hedefimiz kendi içimizdeki bu ilâhi kıvılcımı keşfetmek ve kutsal doğamızın bâtıni rehberliğinde yaşamayı öğrenmektir. Manevî kalbin bâtınî rehberliği, Sûfî yolunda ilerledikçe daha aşikâr hale gelecektir. Zamanla zahirî kurallar ya da prensipler yerine kendi kalplerimiz tarafından yönlendirileceğiz. Ancak bu seyr ü sülûk'ün oldukça ileri bir aşamasıdır. (s. 31)
Evren, Allah (c.c)’ın Kün (ol) emriyle başladı. Bu emirle evren oluşmaya başladı. Arapça'da Kün, iki harften: K ve N'den oluşmaktadır. K' kemali (mükemmelleşme) ve N' nuru ifade etmektedir. Böylece mükemmel nurun yaratılışı gerçekleşti. Bu ilk yaratılış peygamberlik nuru olarak ya da maddi evrenden önce gelen saf nur (maya) olarak adlandırıldı. Bu nur bütün ruhların ve inşa ettiğimiz maddi eşyanın temel maddesidir. Tıpkı Yunanlılann enerji ve maddeden önce var olan Lagos'u (düşüncesi) gibidir. Allah (c.c)’tan gayri, her şey bu nurdan yaratıldı. (s. 36)
Tasavvufun hedeflerinden birisi, günlük, yaşamın kendisini derin bir manevî pratik haline getirmektir. (s. 38)
Fakir bir derviş, talebe okutacak okulu olmayan bir Arapça hocasına rast gelir. Hoca derslerini şehrin duvarına tebeşirle yazarak vermektedir. Derviş, hocaya kendisinin de okuma yazma öğrenip öğrenemeyeceğini sorar. Dervişin samimiyetinden etkilenen hoca ona ücretsiz ders vermeyi kabul eder. Duvara tek bir çizgi çizer ve açıklar; “Bu Elif harfi, alfabenin ilk harfidir" der. Derviş başını eğer, hocaya teşekkür eder ve oradan uzaklaşır. İlk derste alfabenin en az yarısını öğretme âdeti bulunan hoca şaşırır. Bu eğitim uzun bir süreç olacak gibi görünmektedir.
Derviş ne ertesi gün ne de ertesi hafta gelmez ve sonunda hoca onu tamamen unutur. Aylar sonra derviş gözleri gönül ışığıyla parlayarak gelir. Hocayı hararetle selamlar ve ikinci derse hazır olduğunu söyler. Hoca içinden “Bu hızla alfabeyi asla bitiremeyecek" diye düşünür, ama dervişe "Tamam. Şimdi ilk dersimizi tekrarlayalım, Elif harfini duvara yaz” der.
Derviş, Elif harfini yazar ve duvar yıkılır gider.
Bu öykü bize basit başlangıçlarda, genel olacak zannedildiğinden daha derin anlamlar bulunduğunu ve manevî tekamülün sırrının ne kadar çok öğrendiğimiz değil, öğrendiğimizde nasıl derinleştiğimiz olduğunu anlatmaktadır. (s. 40-41)
Günümüzde dünya küçüldü ve komşularımız arasına dünyanın her yerindeki açlar dahil oldu. Derviş olmak, sosyal adalete inanmak, açlığı ve ıstırabı hafifletmek için elimizden gelen her şeyi yapmaktır. Başkalarının ıstırabını hissetmeyen kalp, ilahi aşkı duyamaz. (s. 41)
Fiziki kalp yaralandığında, hastalanırız ve eğer aşırı derecede, hasar görürse ölürüz. Eğer manevî kalbimiz nefisin (ya da alt benliğin) negatif karakteristiklerine boyanırsa, manen hastalanırız. Eğer kalbimiz tamamen nefsin egemenliğine girerse, manevî yaşamımız sona erer. (s. 47)
Nefisler zevke düşkündür ve Allah (c.c)'la ilgilenmezler; kalp ise Allah (c.c)’a düşkündür ve yalnızca Allah (c.c)’ı anmakta zevk arar. (s. 47)
Hakîm Tirmizi'ye göre; kalbin dört istasyonu vardır: Göğüs (sadr), kalp, İç kalp (lübb), en iç kalp (lübbü'l-lüb). Bu dört istasyon tıpkı ortak merkezli iç içe küreler gibi birbiri içinde yer alır. Göğüs en dış küreyi meydana getirirken, kalp ve iç kalp İki orta küreyi oluşturur ve kalbin özü merkezdedir.
Her bir istasyon bir nura sahiptir. Göğüs herhangi bir dinin zahirî formlarının uygulanmasının (amel) nurunun mekânıdır. Kalp evi İman Nurunun mekânıdır. İç kalp Marifetullahın (gnosis) Nurunu barındırır. En iç kalp kutsallığın iki yönü olan Tevhid Nuru ve Ehadiyet Nurunu taşır.
Dört istasyon tıpkı bir çiftliğin farklı mekânları gibidir. Göğüs, tıpkı bir çiftliğin dışarıyla sınırlarını belirleyen, vahşi hayvanlara ya da yabancılara en fazla açık olan en dış kısmı gibi, en dış bölgeyi oluşturur. Kalp ile dünya arasındaki ara yüzeydir.
Kalp, evin kendisine karşılık gelir. Duvarlarla çevrili ve kilitli bir ya da daha fazla kapılarla güvenlik altına alınmıştır, Yalnızca aile üyeleri ve davetli misafirler girebilir. İç kalp ailenin en değerli mal varlıklarını içinde saklayan kilidi hazine odasıdır. Anahtarı çok az kişide bulunur. (s. 49)
Göğüs bizim dünya ile ilişkilerimize öncülük eder ve onun aracılığıyla alt benliğin negatif teşviklerine direniriz. (s. 50)
Göğüs; içimizdeki pozitif ve negatif güçler arasındaki ana muharebe meydanıdır. (s. 50)
Tasavvuf işi, göğsün temizlenmesi ve kalbin açılması bâtınî çalışmasını içerir. Katı kalpliliğin çarelerinden birisi Allah (c.c)'ı zikretmektir. Zikrullahın iki en yüce biçimi farz olan İbadetler ve Allah (c.c)'nın isim ve sıfatlarının yâd edilmesidir. Şeyh Muzaffer Efendi "İbadetin zahiri şartlarını öğrenmek oldukça kolaydır, ancak zor olan kalplerimize dua etmeyi öğretmektir" derdi.(s. 51)
Nefs bütün zahirî eylemlerimizin hayati parçasıdır, çünkü eylem kapasitemiz nefiste yer alır. Bir bakıma, kalp hisseder ve nefs eyleme döker. Dinin amelî uygulamasının, nefsin Allah (c.c.)'ın iradesi doğrultusunda kullanılması olduğunu söyleyebiliriz. Bu, bireysel iradenin Allah (c.c)'ın iradesine teslim olması, kutsala hizmete adanmışlık ve bizi Allah (c.c)'a götürecek yolu izlemekle olur.
Paradoksal olarak, ayrıca kolay ya da en çekici olanın yerine doğru olanı yapmak üzere bireysel irademizi kullanmaya ihtiyacımız vardır. Bütün dinlerde bulunan hakikat yolunu izlemek için bireysel irademizi doğru kullanmalıyız. Müritlerden birisi bazı eski alışkanlıklarını yenmek için başarısızca mücadele etmekteydi, Mürşidinden hayır dua istedi, Mürşidi şöyle cevap verdi; “Sen benim hayır duamı, aynca Allah (c.c)'ın lütfunu alacaksın. Şimdi ihtiyacın olan şey kendi hayır duadır”.
Bir bakıma nefis, bizi sınamak için sadra girer. Başarılı olmak için mutlaka dinî ve manevî amellerde başarılı olmalı ve ihlasla ve şefkatle hareket etmeye devam etmeliyiz. Bu ameller bizim negatif eğilimlerimizi dağıtır; sonra kalbin iman nuru sadrı aydınlatır ve nefsin sadra egemen olmasını önler. Bu noktada bile, negatif, dengesiz huylarla mücadele etmeye devam etmek zorundayız. (s. 50-51)
Beyin data saklayan ve depolanan bilgileri yeniden düzenleyebilen bir bilgisayar gibidir; ancak yaratıcılık kalpten gelir. Maalesef, hâlâ kibirli, dünyaya düşkün ve egoist bir çok yaratıcı bireyin bulunmasında görüldüğü gibi, kalbin yaratıcılığı nefsler tarafından kötüye kullanılabilir. (s. 53)
Kalp Qmin temel prensiplerini İçerir. Tıpkı sadırdaki bilgi havuzunu besleyen bir kaynak gibidir. Kalp bir kök ve sadr ise ondan beslenen bir daldır. Hem kalbin bâtınî ilmi hem de aklın (ya da sadrın) zahirî ilmi gereklidir. (s. 54)
Kalp bilir, İç kalp ise görür. (s. 56)
Vizyonsuz bilgi sahipleri tıpkı yabancı bir ülke hakkında yıllarca eğitim gören ancak o ülkeyi asla ziyaret etmemiş âlimler gibidir. Uzaktan üzerinde ne kadar bilgi öğrenirlerse öğrensinler, idraklerinde daima bir eksiklik bulunacaktır. (s. 56)
İç kalbin idraki gerçek idraktir. "Kalp gördüğünü hiçbir şekilde yalanlamadı” (53/1) Gerçek hikmet bâtınî ilmin iç vizyonla birleşmesinden doğar. (s. 57)
En iç kalp Allah (c.c)’in rahmet suları ile sulanır ve kökleri kuşkusuzluk nurları ile doludur. Allah (c.c) herhangi bir aracı olmaksızın en iç kalbi doğrudan ekip biçer. Tutkuları ve cehaletiyle nefs ona yaklaşamaz bile. En iç kalbin ağaçlan İman Nurunu taşır. "Lakin Allah (c.c) size imanı sevdirdi ve onu kalplerinizde güzelleştirdi" (49/7)
Kötü huylarından dönen ve en iç kalbe ulaşmayı başarabilenler bâtınî idraki kazanırlar. “(O) hikmeti dilediğine verir ve her kime hikmet verilirse, muhakkak ona pek çok hayır verilmiş demektir. Bunu akıl sahiplerinden başkası hatırlamaz” (2/269). En derin hakikatler ancak lübbü’l-lüb yoluyla anlaşılabilir. (s. 58)
Kalp, Nefs ve Ruh
Robert FragerGelenek Yayıncılık
Yorumlar