Bilgelikten Cehalete

İstanbul Teknik Üniversitesinde Bilgisayar Mühendisliği tahsili yaparken mühendislik derslerinin haricinde "İnsan ve Toplum Bilimleri" başlığı altında muhtelif dersler alıyorduk. Ne kadar bahtlıyım ki 2004 yılında Mehmet Genç hocadan bir dönem Osmanlı Tarihi dersi alma imkanım oldu.
Eskileri karıştırırken Mehmet Genç hocanın bizlere verdiği ödevle ilgili bir yazımı buldum. Kaybolup gitmemesi adına burada paylaşıyorum.
Yazıda bahsedilen araçlar ve imkanlar farklılaşsa da aynı vaziyet devam ediyor maalesef.
Yazıda bahsedilen araçlar ve imkanlar farklılaşsa da aynı vaziyet devam ediyor maalesef.
Bilgelikten Cehalete
Konuşmak, dinlemek
bugün bile
yaygındır Türkiye'de.
Yazarsın yazarsın
okumazlar. Konuşman
lazımdır.
İlber Ortaylı
Doğu İslam
medeniyetlerinin kadim bilgeliğinin temelleri Vahyin aydınlığı ve Hz.
Peygamber'in örnek hayatı ve sözleri üzerine kurulmuştu. Kur'an ilk defa “Oku”
emriyle insanlığa seslenmeye başlamıştı. Hz. Peygamber ise ilim öğrenmenin ve
öğretmenin faziletlerini muhtelif hadislerde beyan etmişti. İslamda “Oku”maya,
“öğrenmeye” ve “paylaşma”ya yapılan vurgu
insanların ilim öğrenmesine ve öğrenilen ilmin geniş kitlelere
yayılmasına vesile olmuştu. Böylece zaman içinde doğuda zengin bir sözlü kültür
hazinesi meydana gelmişti.
Doğuda okumaktan
kasıt salt kağıt üzerinden bir yazı okumak manasında değildi. Esas olan öğrenmekti;
edinilen bilgiyi içselleştirmek ve paylaşmaktı. Tasavvufi meclisler, musiki
meclisleri ve kıraathaneler bilgi paylaşımın yoğunlukla yapıldığı yerlerdi [1].
Çeşitli hatıra kitaplarından öğrendiğimize göre geçen yüzyıla kadar bu zengin
sözlü kültür hala yaşamaktaydı. Avusturyalı gazeteci, yazar ve araştırmacı Leopold Weiss Orta Doğu'ya yaptığı uzun seyahatlerden sonra müslüman
olur ve anılarını kaleme aldığı kitabında doğudaki bu zengin sözlü kültürden
bahseder [2]. Radyo ve televizyon gibi iletişim araçlarının icadı bu zengin
kültüre bir alternatif olarak ortaya çıkmıştır. Dinlemeye ve izlemeye alışkın
bir kültürün insanları ise zamanla bu araçları kadim olana tercih etmişlerdir.
Çünkü bu araçlar insanları rahat ve zahmetsiz bir şekilde bilgiye ulaştırabiliyorlardı.
Asıl sorun ise
bundan sonra başlamıştır. Çünkü radyo ve televizyon, çoğunlukla, insanlara
nitelikli ve faydalı bilgi veren birer araç olmaktan ziyade zamanın boşa
gitmesine neden olan birer araç haline dönüş(türül)müşlerdir. Kağıt üzerinden
okumaya da alışkın olmayan bu toplumların bilgiyle irtibatları kesilmiş; netice
itibariyle, bilge doğu toplumundan cahil bir toplum doğmuş, kültürel ve ahlaki
bir yozlaşma başgöstermiştir.
Bu durumun hazin
örneklerinden biri de malesef Türkiye'dir. “ Milli Eğitim Bakanlığı'nca hazırlanan
bir raporda, ‘televizyon izleme alışkanlığının, özellikle son yıllarda okuma
alışkanlığı edinmede en etkin engelleyicilerden’ biri olduğu belirtildi. Rapora
göre, Türkiye'de televizyon izleme süresi dizi filmlerdeki artışa paralel 3.5
saatten 4 saate yükseldi. Bu artışla, ABD ile birlikte en fazla televizyon
izlenen ülke konumuna gelen Türkiye, kitaba yatırım konusunda ise dünya
ortalamasının yarısını bile yakalayamıyor.
Bir Norveçli kitaba yılda 137 dolar, Alman 122 dolar, İsveçli,
Avustralyalı ve Belçikalı 100 dolar, ABD'li 95 dolar harcarken, bir Türk yılda
kitap için yalnız 0.45 dolar para ayırıyor. Türkiye, bu konuda dünya ortalaması
olan 1.3 doların bile çok altında kalıyor. Raporda, Türkiye ile gelişmiş
ülkelerin, kitap okuma oranları da karşılaştırılarak, aradaki ''derin uçuruma''
dikkat çekildi.
Bir Japon yılda
25, İsveçli 10, Fransız 7 kitap okuyor. Oranlamaya göre Türkiye'de, 6 kişiye
yılda 1 kitap düşüyor ” [3].
En hazin
manzarayı ise bilim adamlarımızda görüyoruz. Mustafa Kutlu, 16 Temmuz 2003
tarihli köşe yazısına Gazi Üniversitesinde görevli 1915 öğretim üyesi arasında
yapılan bir araştırmayı konu ediyor ve araştırmanın ilginç sonuçlarını bizlerle
paylaşıyor:
• Yüzde 21.9'u
akademik yayınlar dışında kitap okumuyor. Yüzde 56.2'si ayda 1-2, yüzde 17.5'i
3-5, yüzde 4.5'i 6-10 kitap okuyor.
• Yüzde 35.1'i
tiyatro izlemiyor.
• Yüzde 37'si
etrafında neler olup-bittiğini anlamakta zorluk çekiyor [4].
Sözün özü:
Türkiye'de ne halk okuyor, ne de bilim adamları. Oysa ki tüm dertlerin çaresi
okumak.
Kaynakça ve Notlar
[1] İhsan Oktay
Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası isimli romanında kıraathanerlerde okumanın nasıl
yapıldağına dair bir örnek var. Hatırladığım kadarıyla anlatmaya çalışayım:
Mahallenin taş
mektebinin sadece bir tane muallimi var. Bu mahallede aynı zamanda bir de
kıraathane var. Mektepten talebeler dağılınca muallim kıraathaneye gider.
Muallime kıraathanenin en güzel bölümü verilir ve bol köpüklü bir kahve
yapılır. Muallim kahvesini bitirince okumaya başlayacaktır. Ama kahvesini yavaş
yavaş içtiği için de dinleyiciler sabırsızlıkla muallimin kahvesini bitirmesini
beklerler. Sonunda kahvesini bitirir ve Efrasiyab’ın Hikayeleri isimli bir
macera kitabını okumaya başlar. (Efrasiyab’ın Hikayeleri aynı zamanda Anar’ın
ikinci kitabıdır)
[2] Mekke'ye
Giden Yol, Muhammed Esed, Çev: Cahit Koytak, İnsan Yayınları, 2002
[3] http://www.pasiad.org/haber.php?id=105
[4]
“Niçin okumuyoruz?”, Mustafa Kutlu, Yeni Şafak, 16 Temmuz 2003
Yorumlar