Statü Endişesi
Eğer
gelecekte bir toplum insanlara küçük plastik diskler karşılığında sevgi
dağıtacak olsa, çok geçmeden bu gereksiz, değersiz nesneler yaşamımızın
merkezine oturur, en ateşli isteklerimizin ve en köklü endişelerimizin kaynağı
olur çıkardı. (s. 17)
"Snop"
sözcüğü ilk olarak 1820'lerde İngiltere' de kullanılmaya başlandı. Söylenene
göre o zamanlar Oxford ve Cambridge üniversitelerinde sıradan öğrencileri
aristokrat öğrencilerden ayırabilmek için adlarının hemen yanına sine
nobilitate (soylu olmayan) ya da kısaca s.nob diye not düşülürmüş. Sözcüğün
kökeni bu s.nob kısaltmasına dayanıyor.
Snop
sözcüğünün anlamı zaman içinde değişime uğradı. “Snop” başta yüksek statü
sahibi olmayan kişileri karşılayan bir sözcük iken, kısa bir süre sonra yüksek
statünün yokluğundan rahatsız olan kişiler için kullanılmaya başlandı. Artık
şu da açıktı ki snop sözcüğünü telaffuz edenler, eleştirel bir imada bulunmuş
oluyorlar, yerilmeyi ve alay edilmeyi hak eden bir ayrımcılığı tarif
ediyorlardı. (s. 25-26)
Kendi
duruşundan emin olan kişilerin etrafındakileri aşağılamak gibi huyları yoktur.
Kendini beğenmişlik ve kibrin asıl nedeni derin bir korkudur. Eğer bir kişi,
etrafındaki insanlara aslında onun arkadaşlığına layık olmadıklarını
hissettiriyorsa bu işin içinde bir aşağılık kompleksi olsa gerek. [...]
1892
tarihli bir Punch karikatüründe, bir bahar sabahı snop bir anneyle iki kızı
Hyde Park'ta yürümektedir. Kızlardan biri heyecanla haykırır:
"Anne!
Gördün mü, Spicer Wilcox'lar yanımızdan geçti. Duyduğuma göre bizimle tanışmaya
can atıyorlarmış. Onlara seslensek mi?"
"Elbette
hayır, tatlım", der anne, "Eğer bizimle tanışmaya can atıyorlarsa bu
demektir ki bizimle tanışmaya layık değiller. Bizimle tanışmaya layık olan
insanlar, bizi tanımak istemeyen insanlardır ancak!" (s. 31)
1830'larda
yeni yetme Amerika'yı gezip dolaşan ünlü Fransız avukat ve tarihçi Tocqueville,
bu yeni cumhuriyetin vatandaşlarının ruhlarını yiyip bitiren o amansız
hastalığı teşhis etti. Amerikalılar bolluk içinde yaşıyorlardı; ancak bu
zenginlik onların her zaman daha da fazlasını istemelerini önlemiyordu.
Amerikan vatandaşları, sahip olmadıkları malları bir başkasında görünce deliye
dönüyorlardı. Democracy in
America
(1835) adlı kitabında yer alan "Amerikalılar Refah İçinde Yaşar İken Neden
Bu Kadar Huzursuzlar" başlıklı bölümde Tocqueville, tatminsizlikle yüksek
beklenti, kıskançlıkla eşitlik arasındaki ilişkiyi seriyordu gözler önüne:
"Kişilerin
doğuştan ya da servetleri dolayısıyla sahip oldukları ayrıcalıklar ortadan
kaldırıldığında ve "her türlü işi her kesimden insan yapabilir" fikri
yaygınlaştığında azimli sıradan insan şunu düşünür: artık istediği kariyere
istediği yerden bir başlangıç yapabilecek, bu acımasız kaderin kurbanı
olmayacaktır. Ancak bu düşünce, deneyimlerin de zaman içinde kanıtlayacağı
gibi, bir yanılsamadan başka bir şey değildir. Eşitsizlik, toplumdaki genel
kural olduğunda, büyük eşitsizlikler hiç dikkati çekmez. Ancak her şey aşağı
yukarı
birbirinin
dengi olmaya başladığında, en ufacık farklılıklar bile göze çarpar.... İşte
tam da bu yüzden, demokratik toplumların bolluk içinde yaşayan bireyleri tuhaf
bir melankolinin kucağında bulurlar kendilerini. En sakin ve kolay şartlarda
bile,
yaşama karşı duyulan bir tiksinme hissi yapışır yakalarına. Fransa'da intihar
oranındaki artış bizi endişelendirir.
Amerika'
da ise intihar nadir bir vakadır belki ama söylenene göre delilik, hiçbir yerde
olmadığı kadar yaygındır orada." (s. 61-62)
Groundwork
of the Metaphysic of Morals (1785) adlı eserinde Immanuel Kant, insanlara karşı
ahlaklı davranış sergilemenin tek yolunun, onları kendi zenginliğimiz ve zaferlerimiz
için bir "araç" olarak kullanmaktan değil, onlara “yalnızca kendileri
oldukları için" değer vermekten geçtiğini anlatmıştır. (s. 122)
Romancı,
insanların toplumdaki konumlarını yansıtan merceği değiştiren insandır;
zenginliği ve gücü büyük gösteren merceği kaldırıp onun yerine karakter
niteliklerini öne çıkaran ahlaki bir mercek yerleştirir. Bu mercekten
bakıldığında yüksek sınıfa mensup güçlü kişiler göze küçük görünebilir; bir
köşede unutulmuş utangaç insanlarsa birden büyürler. Roman dünyasının
sınırları içinde erdem, maddi zenginliğe kulak asmaksızın bir yer edinir
kendine. Zengin ve görgülü insanlar illa ki iyi, fakir ve eğitim görmemiş
insanlar da illa ki kötü değildirler. Roman dünyasında iyilik, topal ve çirkin
çocuğun, çulsuz bekçinin, çatıdaki kamburun ya da en temel coğrafi bilgilerden
bihaber yaşayan genç kızın içinde barınır. (s. 156)
Rousseau'ya
göre teknolojinin geri bir safhada olduğu, insanların ormanlarda yaşadıkları,
mağazalarda alış veriş yapmadıkları ve gazete okumadıkları dönemlerde önemli
bir fırsatı vardı insanlığın: kendini dinleyebiliyor, bu yüzden tatminkar bir
yaşamın en temel gereklerini karşılama şansını elinde tutuyordu. Tatminkar bir
yaşamın en temel gerekleriyse Rousseau'ya göre aile sevgisi,
doğaya
saygı, evrenin güzelliği karşısında hayranlık, başkalarına duyulan merak,
müzik zevki ve basit eğlencelerden alınan hazdı. İşte ticari
"medeniyet" yüzünden yoksun kaldığımız insanlık durumu böylesi bir
durumdu ve bizler son geldiğimiz noktada bolluk içinde yüzerken kıskançlıkla
ve türlü acılarla kıvranıp duruyorduk. (s. 225-226)
Hepimiz
birtakım başarılar elde ederek ya da belli bazı şeylere sahip olarak sürekli
bir tatmin hissine kavuşacağımız düşüncesini taşırız. Hepimiz, mutluluğun
dik ve yaman yokuşunu bir süre tırmandıktan sonra dümdüz ve uçsuz bucaksız bir
platoyla karşılaşacağımızı zannederiz. O dik yokuşun sonunda sürekli bir
tatmin bizi beklemektedir. Oysa bize şu hiçbir zaman hatırlatılmaz:
zirveye ulaştıktan çok kısa bir süre, yeniden inişe geçecek, kendimizi yine
endişenin ve arzunun yere yakın topraklarında bulacağız.
Yaşam,
bir endişeyi bir kenara bırakıp ötekine koştuğumuz, bir arzudan sıyrılıp
kendimizi bir başka arzunun kollarında bulduğumuz bir süreçtir. Bu sözler,
endişelerimizi yenmeye uğraşmamamız, arzularımızı da hiçbir şekilde
tatmin etmeye çalışmamamız anlamına gelmemelidir. Yalnızca şunun
bilincine varsak iyi olur: bütün o arzuladığımız hedefler, bize bir kere
başarılı olduktan sonra durup dinlenebileceğimizi vaat ederler. Ancak
vaatlerini hiçbir zaman gerçekleştirmezler. (s. 132-133)
Thoreau:
“İnsan, vazgeçebildiği eşya oranında zengindir.” (s. 313)
Statü
Endişesi
Alain
de Botton
Sel
Yayıncılık
Yorumlar