Gariplerin Kitabı

 

Elini sıkarken, "Arkadaşınıza söyleyin" dedi, "semavât üzerine en yerinde çalışma gözler kapalı iken yapılandır". (s. 12)

Kalbinin üzerine bir kaç kere vurdu. 

“Kendiniz bulun. Hepsi burada. Her şey. Şuracıkta.. Buradadır. Hmm?”

Başımı salladım. Ne çetin bir şeyden söz ettiğini biliyordum, her ne kadar söyledikleri kolayca söylenivermiş izlenimi verse de. Bir denklem gibi, diye düşündüm, yapılan işlem muazzamdır ama ifade bir avuç simgenin içine sıkışmıştır. (s. 23-24)

“Bu çalışma odasına niçin geldim sanıyorsun? Kalp kalbi bulur.” (s. 24)

Bu aydın kişileri, ben, kendi düşüncelerinden örülmüş kafesler içinde bir o yana bir bu yana koşuşturan beyaz fareler sayıyorum. (s. 30)

Öbek içinde ötekilerin gizliden gizliye kabul ettikleri şu gerçeği dürüstlükle dile getirebilen tek kişi: Bugüne kadar öğrendiklerimizin hiçbiri bize bu dünyada kendi benliğimizle barışık olarak nasıl yaşanacağını, insanlar ve çevreleriyle uyumu nasıl sağlayacağımızı öğretmiş değildir. (s. 36)

Kafalarında taşıdıkları "bilgiler" onların dünyada nasıl yaşamaları gerektiğini öğretmiyor. Öğrenme süreçleri hayatın bir parçasında odaklanmıştır ve kültür, insanların nelerden haberdar olup neler yapacak olursa yeryüzündeki faaliyetlerini hayatin akışıyla kaynaştırabileceklerini onlara bildirmekten uzak. Şimdiki şartlar altında insanların kavrayış elde etmeleri zordur. Çarpıklıkları düzeltmek için dıştan gördükleri bariz doğrularda ısrar ediyorlar. Onlara gerekli olanın bireyin kişisel tarihi dedikleri şey hakkında sahip oldukları ayrıntılardır sanıyorlar. İnsanın yıkılışını gördükleri zaman, ruh yapısı kültür baskısına karşı koyamadı, gibi şeyler söylüyorlar.

İyice biliyorum ki halkın öğrenim görmesinden sorumlu olanlar -bu sorumluların en yüksek düzeyde, en iyi olanlarından söz ediyorum, en kötülerinden değil- bizzat kendileri baştan aşağı cahildirler. Öğretiyorlar, ama akletmiyorlar. Sonu gelmez bir görüşler ve düşünceler ırmağına sahiptirler; cümleleri bitip tükenmez bir biçimde birbirine eklenir ve bunlar anlaşılır, iyi düzenlenmiş cümlelerdir. Konuşurlar ve konuşurlar. Zihin etkinlikleri onlara nasıl yürüyeceklerini, nasıl oturacaklarını, bir odada nasıl hareket edeceklerini, bir bardak suyu nasıl içeceklerini öğretmez. Hayat onlar için bir muamma ve ölüm tesadüfi bir sondur. Bunun hiç ama hiçbir istisnası yoktur. Hepsini tanıdım onların; eğer bir teki hayatı tatmış olsaydı, ona katılır, şöleni paylaşırdım onunla. (s. 37-38)

Bu arınmışların gülümseyişiydi ve tanıdım onu. (s. 48)

Bu konularda bilincimiz berraklaştıkça, bu mektuplarda olup bitenlerin birleştirici sürecine kendimiz de katılabiliyorduk.  Delilik dediğimiz şeyin toplumun insanı kendi içine hapsederek yıkması konusunda tertiplediği bir dalavere olduğu inancına varmışsak, belki hakimlerin hikmetinin de buna benzer özellikte bir şey olduğunu anlayabilirdik. Delilik belki parıltılı bir hakikatin karanlık bir gölgesinden başka bir şey değildi gerçekte-dünya da bizi kurtarmak ve yeniden yaratmak için kurulmuş bir ilâhi düzendi. (s. 56)

“Deveyi merkep pazarında bulamazsın.” Bu sözleri beni küçümcercesine söyledi.

Birdenbire bu adamın benim bilgiyi arama konusundaki bütün çabalarımdan haberdar olduğu için böyle bir şey söylediğini, sözünü ettiği şeyin de arkadaşlarımın tutumları üzerine olduğunu anladım. Ne var ki kullandığı dil halkın yalın bilgeliğini yansıtan hakaret edici bir dildi. Sunduğu anlatım biçimi dostlarımı-ve doğrusunu isterseniz beni-hor gören bir edâdaydı.

"Götür öyleyse beni-bildiğin bir yerse ora." Sesimin düşmanca bir havaya bürünmesine engel olamamıştım. 

Başparmağını göz pınarlarımın altına götürdü, orada kalmış birkaç damlayı sildi, sonra parmakları arasında gözyaşlarımı kuruturken konuştu:

"Bulacaksın." Parmakları arasında yok olmuş gözyaşlarını işaret ederek: 

"Bu yol develerin bulunduğu pazara gider." (s. 58-59)

Benim eğitimim verilenin dışındakine karşı kapanma, verileni üst üste yığma ve böylece bilgiden taşıyor duygusunu edinmeye dayanıyordu. (s. 60)

"Sen Arşiv Yetkilisi'sin. Kitapları kullanıyorsun. Ama bilgi sahibi değilsin. Şimdi bilgiyi bulacaksın. Seni onun yakınına kadar götüreceğim. Senin aradığını içeren bir kitap var. Adı Gariplerin Kitabı. İçinde bu dünyada ve sonrasında bilmek istediğin her şey var.” (s. 66)

Alnım çimenlere dokunduğu zaman hiçbir şey bilmediğimi öğrenmiştim. Hiç bir şey. O ana kadarki bütün hayatım bir uykudan ibâretti. Orada, o bahçede, kuşhanenin yanında ilk olarak uykumu bozdum. Bana öyle geliyor ki yakında uyanacağım. İşte. Bu yüzdendir ki yarın bedevi şafakla evime geldiğinde onu bekliyor olacağım. (s. 67)

"Adı belirsiz duruma gelmelisin. Görünmez. Namazın kendisi olmalısın. İnsan olarak kendine kıvrılmaktan, yüzünü kendine çevirmekten vazgeçmelisin." (s. 79)

Namaz vakti gelmişti. Kendini bütünüyle silmenin vakti. (s. 79)

İbadetler bana alışılmış gelmeye başladıkça, daha çok bilgiye susadım; gördüm ki namazın kılınışı bir gönül yakınlığıdır. Bu bir sevgi olacak kadar büyüyebilir, zamanla aşk haline gelebilir. (s. 80)

Ben yalnızca yaşayan Rabbinin adını anan bir esintiden ibarettim. (s. 90)

Onu anlatmayacağım, anlatamam çünkü. Doğru bir şey olmaz onu anlatmak. Efendim ve saygıdeğer üstadımın yüz yaşanın üzerinde-tam olarak yaşını bilen yok-olduğunu söylemem yeter. Sağlığı-Alemlerin Rabbine hamdolsun ki-mükemmeldi. Her gün beş vakit namazını öylesine kılardı ki bizler "salat"ın görkemini her keresinde derinden duyar, secde etmenin yüreğimizde doğurduğu yumuşaklığı anlardık. O şeyhlerin Şeyhi, Kâinat'ın Kutbu tam ve Kâmil Muhammedi insandı. (s. 96)

Çünkü insanların kalbleri Hadra yaptıkları sırada zaten hikmeti kabul edebilecek hazırlığa geçirmiş oluyor ve böylelikle kutsal bilgenin dedikleri doğrudan doğruya kalbe işleme imkânını bulmuş oluyordu. (s. 98)

Daha sonra, beklenmedik, irade çabasının olmadığı bir zamanda esirgeyici, açıklanama Özellikle ihsan gelir, bu paha biçilmez, üstün, yüksek sunguyu yalnızca O verebilir. (s. 99)

Zikretmek İslâm'n temel ruhi etkinliklerinden biridir. Çünkü bütün Kur'an boyunca mümin zikretmeye çağrılır. Tirmizî Peygamber Efendimizin bir Hadis-i şerifini kaydediyor: "Cennet bahçelerinin yanından geçerken durun ve zevk alın." Bunların ne olduğu sorulduğunda Peygamber şöyle cevap verdi: "Zikr meclisleri." (s. 100)

Yemek de ibadet gibi ona katılanların sayısı arttıkça bereketi artan bir nimettir. (s. 102)

Her davranışını düzenlerken sahip olduğu titizlik ve uyanıklık halini yemek yerken de gösteriyordu. Onun sofrası ibadetti, ibadeti sofrasıydı. (s. 104)

Kısa zamanda kimlerin salihîn (doğrulardan) olduğunu ayırt edebildik. Bunlar davranışları en alçak gönüllü, varlıkları en az hissedilen ve sessizlikleri en derin olanlardı. Onlar insanlardan en çok kopmuş, Şeyh Efendimizin yanında hassasiyetleri en çok olan ve dualarında en çok yol almış kimselerdi, Rabbin sevgili kullarıydı. (s. 104)

Fukara arasında hayatlarının arılığıyla özellikle dikkat çeken üç adam vardı. İnsanın düşmanı kendisidir. Daha doğrusu bizim normal bilinçlilik denilen rüya-halinde tecrübe ettiğimiz yanılsama insanın düşmanıdır. İnsanın kendisi dediğimiz şey işte bu yanılsamadır. Tasavvuf dilinde "nefs" yani "deneyici-kendilik" işte bu yanılsatıcı "ben" dir. Nefs gerçek ta biatı ortaya çıkana kadar yokedilmelidir. Bunu yapmak için de sürekli olarak ondan yüz çevirmek ve zikr içinde Rabb'e yönelmek gerekir. Nefsin gerçek tabiatı ise Ruh'tan yani katışıksız Nur'dan başka bir şey değildir. Bu hayatlarını arıtmış adamlarda nefs yalnızca öte dünyaya ilişkin ışık yüklü ruh üzerindeki incecik zar olarak kalmıştı. Çünkü bunlarda kalan nefs pek küçük bir miktardı. "Karakter" dedikleri şeyden soyunmuş durumdaydılar. Bazı kusurlar kalmıştı, düzgün bir yüzeydeki birkaç çizik gibi, ama hepsi bu. (s. 104-105)

“Tasavvuf, Rabb'i sevmek ve onun yarattığı her şeye karşı yumuşak davranmaktır, böceklere bile.” (s. 110)

"Peygamber-salat ve selâm insanlar ilâhi Varlık'a yöneldikçe ona olsun-dedi ki, ‘Şeytan tek adamla birliktedir.’ Gerçekten yalnız olmak bu demektir. Üstelik sen, kendi başına kaldığın zaman yalnız mısın? Hayır. Binlerce düşünce kafanı yalnız bırakmaz, yüzlerce nefs seninledir, öfken, gururun, her şeyin." Bana gülüyordu, ama bu gülüş öyle tatlı bir anlayışla doluydu ki, başımı utançla eğdim. "Mücadele bitmiş değil daha. Bitince göreceksin. Yalnız olabilmek için çok çalışman gerekecek. Sonradan elde edilir o. Yalnız kalmayı başarabildiğin zaman anlayacaksın ki sen artık kendinsin. Bunu sağlaman için savaşman gerekmez. Yalnız kalmayı başarmak demek, bilgelik uyarınca söylersek, önce başkalarıyla birlikte olmayı öğrenmek demektir. Savaşma. Şeyhine bak! Şeyhine bak!" (s. 114)

Düşüncemle ulaştığım bir yerde değildim, çünkü düşünme aygıtım askıya alınmıştı. (s. 119)

Bana üstadın uyumadığını, uyusa bile bunun bir kaç saati geçmediğini söylemişlerdi. (s. 123)

"Her nesnenin kendi bilinci vardır. Diyelim ki şu bardak... Kendi bilincindedir. Şuraya kadar bilebilir. Oraya gelince dolmuştur. Şimdi bu sürahi kendi bilincindedir. Şuraya... kadar bilebilir. Fakat bu bardak, bu sürahinin bilebildiğini bilemez. Kendi biçiminin elverdiğinden daha fazlasını içiremez. Ama bak. Bu....bunu doldurabilir." (s. 126)

Kur'an okumak bir fakirin kalbini bilgiye açmak için kullanılan ve fukara arasında alışılagelmiş bir gereçti. Arkasından gözyaşı gelirdi.

Fukaranın anlayışını psikolojinin ölçülerine uyarak, altüst edilmiş tecrübenin bir alanı anlamına gelen duygusal bir boşalım saymak yanlıştır. Çünkü bu bütünüyle başka bir şeydir. Fakire uğrayan ağlayış nefsten değil, kalpten gelir. Kalp insanın gerçek doğası ve gerçekliğin doğasını deneyimlediği bir yeteneğidir. Fakirin ağlayışı kalpten bir örtünün kaldırılması demektir. Bu da onun yaptığı bir iş değil, Rabb'in işidir. Nitekim yalnız onun istediği kimseler gözyaşı döker. İşte bu yüzden Peygamber-selâm ve bereket ona olsun-şöyle dedi, Ağlayın, ağlayamazsanız ağlamayı taklit edin, Allah'ın inayetiyle ağlayacak duruma gelirsiniz." Nefsin teslimiyeti böyle başlar. (s. 131)

Vakti gelmişse namaza durmak müridin durumunu başlı başına derinleştirecek ve onu nefsin kabuklarından temizleyecekti. (s. 131)

Onları tanımakla insanın ne olduğu ve ne olabileceği konusunda yeni bir ölçü elde etmiştim. (s. 137)

Peygamberin sünnetiyle yüklü olabilmek için insanın bu adamlarla oturması, yemek yemesi, yürümesi yeterdi. Onlarla namaz kılmak paha biçilmez bir hazinedir. (s. 138)

"Şimdi sen tasavvuf denizinin en derin sularında yüzüyorsun. Seninle umman arasında... Yalnızca bu dayanıksız sandal, kendin var." (s. 143)

Gariplerin Kitabı
Ian Dallas

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kibrit-i Ahmer'in Peşinde

Râvi

Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti