İvan İlyiç'in Ölümü
İvan İlyiç orada toplanmış hukukçuların arkadaşıydı, hepsi de severdi onu. Birkaç haftadır hasta olan İvan İlyiç'in hastalığının onulmaz olduğu söyleniyordu. Koltuğunu henüz boşaltmamıştı, ama ölmesi durumunda yerine Alekseyev'in, Alekseyev'den boşalacak koltuğa ise Vinnikov'un ya da Ştabel'in atanmaları söz konusuydu. Dolayısıyla İvan İlyiç’in öldüğünü duyduklarında odada toplanmış bayların hepsinin aklına, bu ölümün mahkeme üyesi olarak kendilerinin ya da tanıdıklarının yükselmeleri ya da yer değiştirmeleri açısından nasıl bir etkide bulunabileceği geldi. (s. 1-2)
Bu ölüm, geride kalanlarda bir yandan memuriyetle ilgili olası yükselme, yer değiştirme hesaplarına yol açarken, bir yandan da ölenin yakın bir dost olduğu durumlarda hemen hep olduğu gibi "ölen ben değilim, o" duygusundan kaynaklanan bir sevinç de yaratmıştı.
"Ben ölmedim, o öldü" düşüncesi geride kalan herkesin içinden geçti, İvan İlyiç’in dostları denen yakın tanıdıklar çevresini düşündüren bir başka şey de cenaze törenine katılmak, arkadaşlarınım dul eşine başsağlığı dilemek gibi nezaket gereği yerine getirmeleri gereken can sıkıcı görevlerdi. (s. 3)
Ama yüzü bütün ölülerde olduğu gibi güzel, daha da önemlisi yaşarken olduğundan daha anlamlıydı. Yüzünde "gereken her şey yapıldı, hem de tam gerektiği gibi yapıldı," gibi bir ifade vardı. Öte yandan, yaşayanlara yönelik sitem ya da kırgınlık içeren bir ihtar da vardı bu yüzde. (s. 5)
"Üç gün boyunca gece gündüz acılar içinde kıvranmak, sonra da ölüm... Bu her an benim de başıma gelebilir..." diye düşünüp dehşete kapıldı. Ama hemen sonra, nasıl öldüğünü kendi de anlamadan, tüm bunların onun değil, İvan İlyiç’in başına geldiği, kendisinin başına asla böyle şeyler gelmeyeceği, gelemeyeceği... böyle düşünmenin kendine eziyetten başka bir şey olmadığı, bunu Şvartz'ın yüz ifadesinin de apaçık kanıtladığı... şeklindeki bildik, olağan düşünceleri yardımına yetişti. Bu düşüncelerle rahatlayan Pyotr İvanoviç, büyük bir ilgiyle İvan İlyiç’in ölümüne ilişkin ayrıntılı sorular sormaya başladı: Ölüm İvan İlyiç’e özgü bir olgu, bir tek onun yaşayacağı bir şeymiş, kendisini hiç ilgilendirmiyormuş gibi. (s. 9)
İvan İlyiç’in son derece sıradan, basit ve bir o kadar da ürkütücü bir hayat hikayesi vardı.
İvan İlyiç kırk beş yaşında, mahkeme üyesi olarak ölmüştü. Babası Petersburg'da değişik bakanlık ve devlet dairelerinde kendine iyi kötü dünyalık yapabilecek mevki ve makamlarda bulunmuş bir memurdu; buralar öyle yerlerdir ki, böylesi koltuklara ulaşabilen insanların ellerinden doğru dürüst bir iş gelmeyeceği açıkça görülmesine karşın uzun hizmet geçmişleri ve sahip oldukları unvanlar düşünülerek bunları işlerine son verilmez, böylece hem gerçekte olmayan, yalnızca onlar için icat edilmiş hayalî makamlara sahip olurlar, hem de onlara elden ayaktan düşecekleri yaşlılık günlerine dek yetecek altıyla on bin ruble arası, hiç de hayalî olmayan bir maaşa konarlar. (s. 13)
Aslında her şey gerçekte o kadar zengin olmadıkları halde zenginlere benzemek isteyen, bu yüzden de ancak birbirlerine benzeyebilen insanlarınki gibiydi: Ağır Şam ipeklileriyle kaplı abanoz ağacından möbleler, çiçekler halılar, bronzlar, koyu renk ve ışıltı... Tüm bunlar belli bir sınıftan insanlara benzemek isteyen bütün o belli sınıftan insanların eşyalarına benziyordu. Ama ona her şey harika görünüyordu. (s. 27)
İvan İlyiç’in hayatı: Dertsiz, tasasız, hoş ve incelikli. Sabah dokuzda kalkıyor, kahvesini içiyor, gazctesini okuyor, sonra üniformasını giyip mahkemeye gidiyordu. Orada da işler içinde öylesine rayına oturmuştu ki, tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş bile denebilirdi. (s. 28)
İşine ilişkin sevinçler onurunu, toplumsal yaşama ilişkin sevinçlerse kibrim okşuyordu İvan İlyiç'in, gerçek mutluluğuysa bir tek vint oyununda buluyordu. (s. 30)
Yaşam ve... ölüm! İşte o kadar! Yaşıyordum... bir yaşamım vardı ve usulca elimden kayıyordu ve ben onu tutamıyorum. Evet. Ne diye kendimi aldatayım? Benden başka herkes bilmiyor mu ölmekte olduğumu sanki... Bu hafta mı, gelecek hafta mı; bugün mü yarın mı? Sorun bundan ibaret! Belki de bugün, şimdi! Az önce aydınlıktı ortalık, şu anda karanlık. Şimdi buradayım, az sonra orada olacağım. İyi de orası neresi?" Bir anda buz gibi oldu, soluğu kesildi. Yalnız kalbinin atışını duyuyordu. (s. 45-46)
İvan İlyiç ağır ağır ölmekte olduğunu görüyor, kahroluyordu.
Tüm varlığıyla biliyordu bunu. Ne var ki buna bir türlü alışamadığı gibi, bu gerçeği anlayamıyordu da. (s. 49)
Olup biteni bir türlü anlayamıyor, sahte, yanlış, hastalıklı bir düşünceymiş gibi ölüm düşüncesini zihninden uzaklaştırmak, yerine doğru, sağlıklı düşünceler geçirmek istiyordu. Ne var ki bu düşünce, artık düşünce gibi de değil, bir gerçeklik gibi gelip yeniden karşısına dikiliyordu. (s. 50)
“Tepeye tırmandığımı zannederken aslında bayır aşağı koşmak. Tam böyleydi durum, insanların gözünde giderek yükselirken, aynı anda hayat da benden o kadar eksiliyor, ayaklarımın altından çekilip gidiyordu. Madem öyle, ölmeye hazır ol!
Ne bu şimdi? Ne için bütün bunlar? Olacak şey mi! Böylesine anlamsız ve iğrenç olabilir mi hayat? Hayat bu kadar anlamsız ve iğrençse, o zaman niye ölünüyor; hem de acılar çekerek?..”
Bir yanlışlık vardı bu işte.
"Belki de sürdürdüğüm yaşam, sürdürmem gereken yaşam değildir?" düşüncesi takıldı aklına birden. Ama hemen sonra, "Her zaman gerekeni tam gerektiği gibi yapmış benim gibi biri nasıl olur da sürdürmesi gereken yaşamı sürdüremez?” diye geçirdi içinden ve yaşam-ölüm gizeminin biricik çözümünü, olmayacak bir şeymiş gibi kafasından uzaklaştırdı. (s. 71-72)
İvan İlyiç onca insanın yaşadığı şu koca kentte, onca eş dost arasında ve onca aile üyesiyle birlikteyken, ne denizlerin dibinde, ne de toprağın binlerce metre altında bir benzeri daha bulunamayacak korkunç bir yalnızlıkla yüzü divanın arkalığına dönük yatarken, yalnızca geçmişin hayaliyle yaşıyordu. (s. 74)
İvan İlyiç’i kıvrandıran manevi acının nedeni, o gece uyumakta olan Gerasim'in elmacık kemikleri çıkık, kötülük nedir bilmeyen, tertemiz yüzüne bakarken apansız aklına geliveren bir düşünceydi: "Ya gerçekten de yaşamam gerektiği gibi yaşamadıysam, bilinçli seçtiğim yaşamım yanlışsa?.." (s. 78)
"Durum böyleyse eğer,” diye geçirdi içinden, "Bana sunulan her şeyi heba ettiğimi bilerek ayrılıyorum yaşamdan; bu durumu düzeltmenin imkansız olduğunu da biliyorum. (s. 78)
Zaman kavramını yitirdiği üç gün boyunca, o görünmez, baş edilmez gücün kendisini tıkmaya çalıştığı siyah çuval içinde debelenip durdu. Bir idam mahkumu kurtulamayacağını bile bile nasıl celladın elinden kurtulmaya çabalarsa, öyle debeleniyor, çırpınıyordu. Tüm çabalarına karşın, geçen her dakikayla o korkunç sona adım adım yaklaştığım hissediyordu. Duyduğu acının da hem bu kara deliğe sokulmaktan, hem de -ve daha çok- bu kara deliğe girememekten kaynaklandığının farkındaydı. Girmesine engel olan şey hayatının iyi geçtiğine duyduğu inançtı. Hayatını doğru yaşadığı inancı takılıyor, içeri girmesini engelliyor, onu bırakmıyor ve daha da çok acı duymasına neden oluyordu.
Birden şiddetli bir gücün kendisini göğsünden ve böğründen ittiğini hissetti, soluğu iyiden tıkanır gibi oldu ve kara deliğe yuvarlandı; orada, deliğin dibinde bir şeyler parlıyordu. Geri geri giden trende insanın ileri gittiğim sanması., neden sonra asıl yönün farkına varması gibiydi durumu.
— Evet her şey yanlıştı, diye geçirdi içinden. Ama zararı yok. "Yapılması gereken şey" yine de yapılabilir. İyi de, yapılması gereken "şey ne? -diye sordu kendine ve birden sessizleşti. (s. 81-82)
İvan İlyiç tam o sırada düştü ve ışığı gördü; evet, yaşadığı hayat yaşaması gereken hayat değildi, ama yanlış hala düzeltebilirdi sanki. "O şey ne?" diye sordu kendi kendine ve bir şey dinler gibi sessizleşti. (s. 82)
İvan İlyiç’in Ölümü
Tolstoy
İş Bankası Kültür Yayınları
Alain de Botton'un Statü Endişesi isimli kitabından İvan İlyiç'in Ölümü ile ilgili kısa bir değerlendirmesini paylaşıyorum:
Tolstoy'un İvan İlyiç'in Ölümü (1886) adlı romanının baş kahramanı karısından soğuyalı çok olmuştur, çocukları onun için bilinmezlerle doludur, etrafında sevdiği arkadaşları olmadığı gibi arkadaşlarının ondan daha iyi mevkilere gelmeleri ya da işlerinde yükselmeleri kendisi için korku kaynağıdır. İvan İlyiç statüyle fena halde kafayı bozmuş bir adamdır. Petersburg'da günün zevklerine uygun dayayıp döşenmiş büyük bir dairede oturur, sık sık ruhsuz akşam yemeği toplantıları düzenler, bu toplantılarda sıcaklık ve samimiyetten eser yoktur. Kendisi yüksek mahkemede yargıçtır, işini sevmesinin başlıca nedeni, işi sayesinde kendisine duyulan saygıdır. İvan İlyiç bazı geceler geç saatlerde "şehirde çokça adı geçen" kitaplardan birini okur, nasıl davranması gerektiğini de gazetelerden öğrenir. Tolstoy, yargıcın yaşamını şöyle özetler: "İvan İlyiç'in işinden haz almasının nedeni işiyle gurur duyması, toplumdan hoşnut olmasının nedeni de gururunun okşanmasıydı; onun samimi bir şekilde haz aldığı tek şey 'vint' oynamaktı."
İvan kırk beş yaşına geldiğinde bedeninde bir ağrı hissetmeye başlar, daha sonra bu ağrı bütün vücuduna hükmeder. Doktorlar, ona tam olarak ne olduğu konusunda kesin bir şey söyleyemezler. Karaciğerinde bir sorun olduğundan ya da tuz seviyesindeki uyumsuzluktan söz ederler ama bütün bu sözler belirsiz ifadelerle doludur, reçetesine yazdıkları ise pahalı ama hiçbir işe yaramayan ilaçlardır. İvan çalışamayacak kadar yorgundur, bağırsakları yanıyormuş gibi hisseder kendini. Yemeden içmeden kesilir ve her şeyden önemlisi çok sevdiği "vint" oyununu bile oynamak istemez artık. Kendisi d e etrafındaki insanlar da bu sürecin yakın zamanda ölümle sonuçlanacağını anlamışlardır.
Bu durum İvan'ın adliyedeki arkadaşları için hiç de can sıkıcı bir durum değildir. Fiodor Vasilyeviç, İvan'ın ölmesi durumunda Ştabel'in ya da Vinnikov'un görevini devralacağını öngörür; böylece maaşı 800 ruble artacak üstelik kendisine masraflar için ayrıca bir ödenek ayrılacaktır. İvan'ın bir başka meslektaşı Piotr İvanoviç, İvan'ın ölmesi durumunda Kaluga' dan eniştesini çağırıp İvan'ın yerine işe başlatabileceğini hesap eder; bu durumda karısı pek memnun olacak, ev hayatı daha hoş bir hal alacaktır. Ailesine gelince: İvan'ın öleceği haberi onlar için de büyük bir felakete yol açmaz. Karısı karalar bağlamaz; ancak evin gelirinin azalacağını düşünerek biraz sıkıntıda hisseder kendini. Partilerde boy göstermeyi pek seven kızı ise babasının cenazesinin kendi evlilik planlarına gölge düşüreceğini düşünerek endişe duyar.
İvan'ın tarafındaysa her şey çok farklıdır. Birkaç haftalık ömrü kalan İvan, yaşamının harcanmış olduğunu fark eder. Onun yaşamı dıştan bakıldığında saygı uyandırır belki ama gerçekte bir değer taşımaz. Yetiştirilişini, aldığı eğitimi ve kariyerini bir kez daha gözden geçirdiğinde yaptığı her şeyin başkalarının gözünde önemli olabilmek için yapılmış şeyler olduğunu görür. Kendi ilgi alanları ve duyarlılıkları, kendisini bir nebze bile umursamayan insanlar uğruna feda edilmiştir. Bir gece acılar içinde kıvranırken içine bir his doğar: "Belki de nadir olarak yaşadığı ve belli belirsiz fark ettiği o içgüdüler, insanların yüksek statü anlayışlarına duyduğu o tepki, bütün o bastırdığı, derinlerde kalmış duygular: asıl önemli olanlar onlardı. Belki geriye kalanların hiçbiri gerçek değildi. Resmi görevleri, yaşama biçimi, toplumdaki insanların kendisine ve mesleğine biçtiği değer: bunların hepsi gerçek olandan son derece uzaktı belki."
Kısacık ömrünü bitirip tüketmiş olma hissi yetmezmiş gibi İvan bir de etrafındaki insanların kendisiyle ilgili önemsedikleri ve sevdikleri tek şeyin statüsü olduğunu fark etti. Etrafındakiler onun gerçek benliğini, o kırılgan benliği hiç önemsemiyorlardı. Bir yargıç, varlıklı bir baba ve ailenin reisi olduğu için sevilip sayılıyordu. İşte şimdi bütün bu özellikler silinip gitmeye yüz tutmuşken İvan acı ve korku içindeydi, hiç kimsenin kendisini seveceğine güvenemezdi artık. "İvan İlyiç'i en çok çileden çıkaran şey hiç kimsenin ona hasretini çektiği şefkati göstermiyor oluşuydu. Uzun süre acı çektikten sonra bir an geliyor, (bunu itiraf etmek utanç verici olsa da) yalnızca ve yalnızca küçük bir çocuk gibi merhamet görmek ve sevilmek istiyordu. Sırtının sıvazlanmasını, öpülmeyi, okşanmayı istiyordu, hasta çocukların gördüğü o özenli muameleyi görmek istiyordu. Biliyordu ki kendisi bu yaşında, aklar düşmüş sakalıyla mühim bir memurdu; ama olsun, onun istediği tam da buydu işte."
İvan son nefesini verdikten hemen sonra, sözde arkadaşları olan insanlar başsağlığı dileklerini sunmak üzere evini ziyaret ettiler; ancak asıl üzüldükleri şey, İvan'ın ölümüyle "vint" oyunu programlarının sekteye uğramış olmasıydı. Cenazesi başında İvan'ın balmumu gibi eriyip gitmiş içi boş suratına bakan Piotr İvanoviç bir gün ölümün kendisini de bulacağını düşünmeye başladı. Enerjisinin çoğunu iskambil oyunlarına adamış biri olduğu için ölümü çok ciddi etkiler doğuracaktı. "Eyvah, aynı şey her an beni de bulabilir" diye düşündü Piotr İvanoviç; ölüm paniği o an onu can evinden vurmuştu. Buna karşın, Piotr İvanoviç'in kendisi farkında değildi belki ama bütün bu olan bitenin İvan İlyiç'in başına gelmesi ama onun henüz ölmeyeceği düşüncesi çok geleneksel bir düşünceydi. Piotr İvanoviç'i de içinde bulunduğu kasvetli durumdan kurtaran, bu düşünce oldu. Eğer bu düşünce olmasaydı Piotr İvanoviç çok kısa sürede kendini bunalımın kucağında bulurdu." (s. 253-255)
İvan llyiç'in Ölümü, Hıristiyanlıktaki memento mori (ölümü hatırlama) geleneğine hizmet eder bir biçimde, ölümün bizim önceliklerimizi nasıl değiştirdiğini, bizi dünyevi düşüncelerden alıp daha spiritüel olana, "vint" partilerinden alıp hakikate ve aşka götürdüğünü ele alan bir eserdir.
Ölümün, ilgilerimizi hangi yöne doğrultmamız gerektiği konusundaki hissiyatımızı değişime uğratabileceği düşüncesi Tolstoy'un bizzat çok iyi anladığı bir düşünceydi; çünkü kendisi bu romanı yazmadan çok kısa bir süre önce kendi ölümlülüğü üzerine kafa yormak ve bir farkındalığa ulaşmak durumunda kalmıştı. Ölüm fikrinin ona esinlediği sorgulamaları içeren ltiraflarım (1882) adlı eserinde, elli bir yaşında, Savaş ve Barış ve Anna Karenina gibi eserleri kaleme almış ve dünya çapında üne kavuşmuş zengin bir yazar olduğu halde kendiyle ilgili önemli gerçekleri fark etti: erken yaşlardan beri kendi değer yargılarına göre değil Tanrı'nın ve toplumun değer yargılarına göre yaşamıştı. Bu yüzden de dur durak bilmeden başkalarından daha güçlü, daha ünlü, daha önemli ve daha zengin olması gerektiğini düşünmüştü. Kendi sosyal çevresinde "azim, güçlü olma tutkusu, kıskançlık, cinselliğe düşkünlük, gurur, öfke ve öç alma isteği" daima saygı uyandıran duygulardı. Ama şimdi ölüm düşüncesinin gelip zihninde yer edinmesiyle birlikte Tolstoy eski arzularının geçerliliği üzerinde düşünmeye başlamıştı: "Diyelim ki Samara' da 6000 destayina toprağın ve 300 tane de atın oldu, sonra ne olacak peki? . . . . Güzel . . . Diyelim ki Gogol'den, Puşkin'den, Shakespeare ya da Moliere' den daha ünlü oldun, eee, sırada ne bekliyor seni? İşte bu sorulara bir cevap bulamıyorum."
Tolstoy'un bu sorulara verdiği cevap dönüp dolaşıp Tanrı'ya vardı. Yaşamının geri kalanında İsa'nın öğretilerine uygun bir yaşam sürdü. Tolstoy'un, yaşadığı krizi Hıristiyanlığın yardımıyla çözmüş olmasına ne açıdan bakarsak bakalım, onun anlam arayışı bizim aşina olduğumuz bir süreçtir. Tolstoy'un sorgulamaları, ölüm düşüncesinin bizi nasıl daha hakiki, daha mühim bir yaşama biçimine götürdüğünü gösterir. Ölüm, önceliklerimizi belirlememiz için derinden bir çağrıda bulunur bize. (s. 256-257)
Bu ölüm, geride kalanlarda bir yandan memuriyetle ilgili olası yükselme, yer değiştirme hesaplarına yol açarken, bir yandan da ölenin yakın bir dost olduğu durumlarda hemen hep olduğu gibi "ölen ben değilim, o" duygusundan kaynaklanan bir sevinç de yaratmıştı.
"Ben ölmedim, o öldü" düşüncesi geride kalan herkesin içinden geçti, İvan İlyiç’in dostları denen yakın tanıdıklar çevresini düşündüren bir başka şey de cenaze törenine katılmak, arkadaşlarınım dul eşine başsağlığı dilemek gibi nezaket gereği yerine getirmeleri gereken can sıkıcı görevlerdi. (s. 3)
Ama yüzü bütün ölülerde olduğu gibi güzel, daha da önemlisi yaşarken olduğundan daha anlamlıydı. Yüzünde "gereken her şey yapıldı, hem de tam gerektiği gibi yapıldı," gibi bir ifade vardı. Öte yandan, yaşayanlara yönelik sitem ya da kırgınlık içeren bir ihtar da vardı bu yüzde. (s. 5)
"Üç gün boyunca gece gündüz acılar içinde kıvranmak, sonra da ölüm... Bu her an benim de başıma gelebilir..." diye düşünüp dehşete kapıldı. Ama hemen sonra, nasıl öldüğünü kendi de anlamadan, tüm bunların onun değil, İvan İlyiç’in başına geldiği, kendisinin başına asla böyle şeyler gelmeyeceği, gelemeyeceği... böyle düşünmenin kendine eziyetten başka bir şey olmadığı, bunu Şvartz'ın yüz ifadesinin de apaçık kanıtladığı... şeklindeki bildik, olağan düşünceleri yardımına yetişti. Bu düşüncelerle rahatlayan Pyotr İvanoviç, büyük bir ilgiyle İvan İlyiç’in ölümüne ilişkin ayrıntılı sorular sormaya başladı: Ölüm İvan İlyiç’e özgü bir olgu, bir tek onun yaşayacağı bir şeymiş, kendisini hiç ilgilendirmiyormuş gibi. (s. 9)
İvan İlyiç’in son derece sıradan, basit ve bir o kadar da ürkütücü bir hayat hikayesi vardı.
İvan İlyiç kırk beş yaşında, mahkeme üyesi olarak ölmüştü. Babası Petersburg'da değişik bakanlık ve devlet dairelerinde kendine iyi kötü dünyalık yapabilecek mevki ve makamlarda bulunmuş bir memurdu; buralar öyle yerlerdir ki, böylesi koltuklara ulaşabilen insanların ellerinden doğru dürüst bir iş gelmeyeceği açıkça görülmesine karşın uzun hizmet geçmişleri ve sahip oldukları unvanlar düşünülerek bunları işlerine son verilmez, böylece hem gerçekte olmayan, yalnızca onlar için icat edilmiş hayalî makamlara sahip olurlar, hem de onlara elden ayaktan düşecekleri yaşlılık günlerine dek yetecek altıyla on bin ruble arası, hiç de hayalî olmayan bir maaşa konarlar. (s. 13)
Aslında her şey gerçekte o kadar zengin olmadıkları halde zenginlere benzemek isteyen, bu yüzden de ancak birbirlerine benzeyebilen insanlarınki gibiydi: Ağır Şam ipeklileriyle kaplı abanoz ağacından möbleler, çiçekler halılar, bronzlar, koyu renk ve ışıltı... Tüm bunlar belli bir sınıftan insanlara benzemek isteyen bütün o belli sınıftan insanların eşyalarına benziyordu. Ama ona her şey harika görünüyordu. (s. 27)
İvan İlyiç’in hayatı: Dertsiz, tasasız, hoş ve incelikli. Sabah dokuzda kalkıyor, kahvesini içiyor, gazctesini okuyor, sonra üniformasını giyip mahkemeye gidiyordu. Orada da işler içinde öylesine rayına oturmuştu ki, tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş bile denebilirdi. (s. 28)
İşine ilişkin sevinçler onurunu, toplumsal yaşama ilişkin sevinçlerse kibrim okşuyordu İvan İlyiç'in, gerçek mutluluğuysa bir tek vint oyununda buluyordu. (s. 30)
Yaşam ve... ölüm! İşte o kadar! Yaşıyordum... bir yaşamım vardı ve usulca elimden kayıyordu ve ben onu tutamıyorum. Evet. Ne diye kendimi aldatayım? Benden başka herkes bilmiyor mu ölmekte olduğumu sanki... Bu hafta mı, gelecek hafta mı; bugün mü yarın mı? Sorun bundan ibaret! Belki de bugün, şimdi! Az önce aydınlıktı ortalık, şu anda karanlık. Şimdi buradayım, az sonra orada olacağım. İyi de orası neresi?" Bir anda buz gibi oldu, soluğu kesildi. Yalnız kalbinin atışını duyuyordu. (s. 45-46)
İvan İlyiç ağır ağır ölmekte olduğunu görüyor, kahroluyordu.
Tüm varlığıyla biliyordu bunu. Ne var ki buna bir türlü alışamadığı gibi, bu gerçeği anlayamıyordu da. (s. 49)
Olup biteni bir türlü anlayamıyor, sahte, yanlış, hastalıklı bir düşünceymiş gibi ölüm düşüncesini zihninden uzaklaştırmak, yerine doğru, sağlıklı düşünceler geçirmek istiyordu. Ne var ki bu düşünce, artık düşünce gibi de değil, bir gerçeklik gibi gelip yeniden karşısına dikiliyordu. (s. 50)
“Tepeye tırmandığımı zannederken aslında bayır aşağı koşmak. Tam böyleydi durum, insanların gözünde giderek yükselirken, aynı anda hayat da benden o kadar eksiliyor, ayaklarımın altından çekilip gidiyordu. Madem öyle, ölmeye hazır ol!
Ne bu şimdi? Ne için bütün bunlar? Olacak şey mi! Böylesine anlamsız ve iğrenç olabilir mi hayat? Hayat bu kadar anlamsız ve iğrençse, o zaman niye ölünüyor; hem de acılar çekerek?..”
Bir yanlışlık vardı bu işte.
"Belki de sürdürdüğüm yaşam, sürdürmem gereken yaşam değildir?" düşüncesi takıldı aklına birden. Ama hemen sonra, "Her zaman gerekeni tam gerektiği gibi yapmış benim gibi biri nasıl olur da sürdürmesi gereken yaşamı sürdüremez?” diye geçirdi içinden ve yaşam-ölüm gizeminin biricik çözümünü, olmayacak bir şeymiş gibi kafasından uzaklaştırdı. (s. 71-72)
İvan İlyiç onca insanın yaşadığı şu koca kentte, onca eş dost arasında ve onca aile üyesiyle birlikteyken, ne denizlerin dibinde, ne de toprağın binlerce metre altında bir benzeri daha bulunamayacak korkunç bir yalnızlıkla yüzü divanın arkalığına dönük yatarken, yalnızca geçmişin hayaliyle yaşıyordu. (s. 74)
İvan İlyiç’i kıvrandıran manevi acının nedeni, o gece uyumakta olan Gerasim'in elmacık kemikleri çıkık, kötülük nedir bilmeyen, tertemiz yüzüne bakarken apansız aklına geliveren bir düşünceydi: "Ya gerçekten de yaşamam gerektiği gibi yaşamadıysam, bilinçli seçtiğim yaşamım yanlışsa?.." (s. 78)
"Durum böyleyse eğer,” diye geçirdi içinden, "Bana sunulan her şeyi heba ettiğimi bilerek ayrılıyorum yaşamdan; bu durumu düzeltmenin imkansız olduğunu da biliyorum. (s. 78)
Zaman kavramını yitirdiği üç gün boyunca, o görünmez, baş edilmez gücün kendisini tıkmaya çalıştığı siyah çuval içinde debelenip durdu. Bir idam mahkumu kurtulamayacağını bile bile nasıl celladın elinden kurtulmaya çabalarsa, öyle debeleniyor, çırpınıyordu. Tüm çabalarına karşın, geçen her dakikayla o korkunç sona adım adım yaklaştığım hissediyordu. Duyduğu acının da hem bu kara deliğe sokulmaktan, hem de -ve daha çok- bu kara deliğe girememekten kaynaklandığının farkındaydı. Girmesine engel olan şey hayatının iyi geçtiğine duyduğu inançtı. Hayatını doğru yaşadığı inancı takılıyor, içeri girmesini engelliyor, onu bırakmıyor ve daha da çok acı duymasına neden oluyordu.
Birden şiddetli bir gücün kendisini göğsünden ve böğründen ittiğini hissetti, soluğu iyiden tıkanır gibi oldu ve kara deliğe yuvarlandı; orada, deliğin dibinde bir şeyler parlıyordu. Geri geri giden trende insanın ileri gittiğim sanması., neden sonra asıl yönün farkına varması gibiydi durumu.
— Evet her şey yanlıştı, diye geçirdi içinden. Ama zararı yok. "Yapılması gereken şey" yine de yapılabilir. İyi de, yapılması gereken "şey ne? -diye sordu kendine ve birden sessizleşti. (s. 81-82)
İvan İlyiç tam o sırada düştü ve ışığı gördü; evet, yaşadığı hayat yaşaması gereken hayat değildi, ama yanlış hala düzeltebilirdi sanki. "O şey ne?" diye sordu kendi kendine ve bir şey dinler gibi sessizleşti. (s. 82)
İvan İlyiç’in Ölümü
Tolstoy
İş Bankası Kültür Yayınları
Alain de Botton'un Statü Endişesi isimli kitabından İvan İlyiç'in Ölümü ile ilgili kısa bir değerlendirmesini paylaşıyorum:
Tolstoy'un İvan İlyiç'in Ölümü (1886) adlı romanının baş kahramanı karısından soğuyalı çok olmuştur, çocukları onun için bilinmezlerle doludur, etrafında sevdiği arkadaşları olmadığı gibi arkadaşlarının ondan daha iyi mevkilere gelmeleri ya da işlerinde yükselmeleri kendisi için korku kaynağıdır. İvan İlyiç statüyle fena halde kafayı bozmuş bir adamdır. Petersburg'da günün zevklerine uygun dayayıp döşenmiş büyük bir dairede oturur, sık sık ruhsuz akşam yemeği toplantıları düzenler, bu toplantılarda sıcaklık ve samimiyetten eser yoktur. Kendisi yüksek mahkemede yargıçtır, işini sevmesinin başlıca nedeni, işi sayesinde kendisine duyulan saygıdır. İvan İlyiç bazı geceler geç saatlerde "şehirde çokça adı geçen" kitaplardan birini okur, nasıl davranması gerektiğini de gazetelerden öğrenir. Tolstoy, yargıcın yaşamını şöyle özetler: "İvan İlyiç'in işinden haz almasının nedeni işiyle gurur duyması, toplumdan hoşnut olmasının nedeni de gururunun okşanmasıydı; onun samimi bir şekilde haz aldığı tek şey 'vint' oynamaktı."
İvan kırk beş yaşına geldiğinde bedeninde bir ağrı hissetmeye başlar, daha sonra bu ağrı bütün vücuduna hükmeder. Doktorlar, ona tam olarak ne olduğu konusunda kesin bir şey söyleyemezler. Karaciğerinde bir sorun olduğundan ya da tuz seviyesindeki uyumsuzluktan söz ederler ama bütün bu sözler belirsiz ifadelerle doludur, reçetesine yazdıkları ise pahalı ama hiçbir işe yaramayan ilaçlardır. İvan çalışamayacak kadar yorgundur, bağırsakları yanıyormuş gibi hisseder kendini. Yemeden içmeden kesilir ve her şeyden önemlisi çok sevdiği "vint" oyununu bile oynamak istemez artık. Kendisi d e etrafındaki insanlar da bu sürecin yakın zamanda ölümle sonuçlanacağını anlamışlardır.
Bu durum İvan'ın adliyedeki arkadaşları için hiç de can sıkıcı bir durum değildir. Fiodor Vasilyeviç, İvan'ın ölmesi durumunda Ştabel'in ya da Vinnikov'un görevini devralacağını öngörür; böylece maaşı 800 ruble artacak üstelik kendisine masraflar için ayrıca bir ödenek ayrılacaktır. İvan'ın bir başka meslektaşı Piotr İvanoviç, İvan'ın ölmesi durumunda Kaluga' dan eniştesini çağırıp İvan'ın yerine işe başlatabileceğini hesap eder; bu durumda karısı pek memnun olacak, ev hayatı daha hoş bir hal alacaktır. Ailesine gelince: İvan'ın öleceği haberi onlar için de büyük bir felakete yol açmaz. Karısı karalar bağlamaz; ancak evin gelirinin azalacağını düşünerek biraz sıkıntıda hisseder kendini. Partilerde boy göstermeyi pek seven kızı ise babasının cenazesinin kendi evlilik planlarına gölge düşüreceğini düşünerek endişe duyar.
İvan'ın tarafındaysa her şey çok farklıdır. Birkaç haftalık ömrü kalan İvan, yaşamının harcanmış olduğunu fark eder. Onun yaşamı dıştan bakıldığında saygı uyandırır belki ama gerçekte bir değer taşımaz. Yetiştirilişini, aldığı eğitimi ve kariyerini bir kez daha gözden geçirdiğinde yaptığı her şeyin başkalarının gözünde önemli olabilmek için yapılmış şeyler olduğunu görür. Kendi ilgi alanları ve duyarlılıkları, kendisini bir nebze bile umursamayan insanlar uğruna feda edilmiştir. Bir gece acılar içinde kıvranırken içine bir his doğar: "Belki de nadir olarak yaşadığı ve belli belirsiz fark ettiği o içgüdüler, insanların yüksek statü anlayışlarına duyduğu o tepki, bütün o bastırdığı, derinlerde kalmış duygular: asıl önemli olanlar onlardı. Belki geriye kalanların hiçbiri gerçek değildi. Resmi görevleri, yaşama biçimi, toplumdaki insanların kendisine ve mesleğine biçtiği değer: bunların hepsi gerçek olandan son derece uzaktı belki."
Kısacık ömrünü bitirip tüketmiş olma hissi yetmezmiş gibi İvan bir de etrafındaki insanların kendisiyle ilgili önemsedikleri ve sevdikleri tek şeyin statüsü olduğunu fark etti. Etrafındakiler onun gerçek benliğini, o kırılgan benliği hiç önemsemiyorlardı. Bir yargıç, varlıklı bir baba ve ailenin reisi olduğu için sevilip sayılıyordu. İşte şimdi bütün bu özellikler silinip gitmeye yüz tutmuşken İvan acı ve korku içindeydi, hiç kimsenin kendisini seveceğine güvenemezdi artık. "İvan İlyiç'i en çok çileden çıkaran şey hiç kimsenin ona hasretini çektiği şefkati göstermiyor oluşuydu. Uzun süre acı çektikten sonra bir an geliyor, (bunu itiraf etmek utanç verici olsa da) yalnızca ve yalnızca küçük bir çocuk gibi merhamet görmek ve sevilmek istiyordu. Sırtının sıvazlanmasını, öpülmeyi, okşanmayı istiyordu, hasta çocukların gördüğü o özenli muameleyi görmek istiyordu. Biliyordu ki kendisi bu yaşında, aklar düşmüş sakalıyla mühim bir memurdu; ama olsun, onun istediği tam da buydu işte."
İvan son nefesini verdikten hemen sonra, sözde arkadaşları olan insanlar başsağlığı dileklerini sunmak üzere evini ziyaret ettiler; ancak asıl üzüldükleri şey, İvan'ın ölümüyle "vint" oyunu programlarının sekteye uğramış olmasıydı. Cenazesi başında İvan'ın balmumu gibi eriyip gitmiş içi boş suratına bakan Piotr İvanoviç bir gün ölümün kendisini de bulacağını düşünmeye başladı. Enerjisinin çoğunu iskambil oyunlarına adamış biri olduğu için ölümü çok ciddi etkiler doğuracaktı. "Eyvah, aynı şey her an beni de bulabilir" diye düşündü Piotr İvanoviç; ölüm paniği o an onu can evinden vurmuştu. Buna karşın, Piotr İvanoviç'in kendisi farkında değildi belki ama bütün bu olan bitenin İvan İlyiç'in başına gelmesi ama onun henüz ölmeyeceği düşüncesi çok geleneksel bir düşünceydi. Piotr İvanoviç'i de içinde bulunduğu kasvetli durumdan kurtaran, bu düşünce oldu. Eğer bu düşünce olmasaydı Piotr İvanoviç çok kısa sürede kendini bunalımın kucağında bulurdu." (s. 253-255)
İvan llyiç'in Ölümü, Hıristiyanlıktaki memento mori (ölümü hatırlama) geleneğine hizmet eder bir biçimde, ölümün bizim önceliklerimizi nasıl değiştirdiğini, bizi dünyevi düşüncelerden alıp daha spiritüel olana, "vint" partilerinden alıp hakikate ve aşka götürdüğünü ele alan bir eserdir.
Ölümün, ilgilerimizi hangi yöne doğrultmamız gerektiği konusundaki hissiyatımızı değişime uğratabileceği düşüncesi Tolstoy'un bizzat çok iyi anladığı bir düşünceydi; çünkü kendisi bu romanı yazmadan çok kısa bir süre önce kendi ölümlülüğü üzerine kafa yormak ve bir farkındalığa ulaşmak durumunda kalmıştı. Ölüm fikrinin ona esinlediği sorgulamaları içeren ltiraflarım (1882) adlı eserinde, elli bir yaşında, Savaş ve Barış ve Anna Karenina gibi eserleri kaleme almış ve dünya çapında üne kavuşmuş zengin bir yazar olduğu halde kendiyle ilgili önemli gerçekleri fark etti: erken yaşlardan beri kendi değer yargılarına göre değil Tanrı'nın ve toplumun değer yargılarına göre yaşamıştı. Bu yüzden de dur durak bilmeden başkalarından daha güçlü, daha ünlü, daha önemli ve daha zengin olması gerektiğini düşünmüştü. Kendi sosyal çevresinde "azim, güçlü olma tutkusu, kıskançlık, cinselliğe düşkünlük, gurur, öfke ve öç alma isteği" daima saygı uyandıran duygulardı. Ama şimdi ölüm düşüncesinin gelip zihninde yer edinmesiyle birlikte Tolstoy eski arzularının geçerliliği üzerinde düşünmeye başlamıştı: "Diyelim ki Samara' da 6000 destayina toprağın ve 300 tane de atın oldu, sonra ne olacak peki? . . . . Güzel . . . Diyelim ki Gogol'den, Puşkin'den, Shakespeare ya da Moliere' den daha ünlü oldun, eee, sırada ne bekliyor seni? İşte bu sorulara bir cevap bulamıyorum."
Tolstoy'un bu sorulara verdiği cevap dönüp dolaşıp Tanrı'ya vardı. Yaşamının geri kalanında İsa'nın öğretilerine uygun bir yaşam sürdü. Tolstoy'un, yaşadığı krizi Hıristiyanlığın yardımıyla çözmüş olmasına ne açıdan bakarsak bakalım, onun anlam arayışı bizim aşina olduğumuz bir süreçtir. Tolstoy'un sorgulamaları, ölüm düşüncesinin bizi nasıl daha hakiki, daha mühim bir yaşama biçimine götürdüğünü gösterir. Ölüm, önceliklerimizi belirlememiz için derinden bir çağrıda bulunur bize. (s. 256-257)
Yorumlar