Belh'in Güvercinleri
Hz. Mevlana'nın hayatı ve eserleri üzerine özet nitelikte akıcı bir kitap...
Bir zamanlar göklerde vardı bir güzel yurdun.
O tertemiz ülkede yaşıyordun ve hürdün.
Yere indin, topraktan bir sûrete büründün,
Aslını unuttun da tene bağlanıp durdun.
(s. 136)
Babası, onu hep "Hudâvendigâr " diye çağırır. Sahip ve efendi anlamına gelen bu isim, ona, babasının hediyesidir. Belh'in evleri kerpiçten, damları da düz toprak damlar. Celâleddin, güzel havalarda damlara çıkar, orada ders çalışır. Sıcak yaz gecelerinde, halk damlarda yatar. Gündüzleri de çocuklar, orada oyun oynarlar.
Yine bir gün, damda, yaşıtlarıyla oynarken, çocuklardan biri, arkadaşına, "Gel seninle bu damdan ötekine atlayalım." dedi, bunun için bahse tutuştular. Celâleddin, onlara, "Bu sizin dediğinizi, kediler ve köpekler de yapar. Eşref-i mahlukat olan insanın böyle șeylerle uğraşması yakışık alır mı, yazık değil mi? Eğer rûhanî gücünüz ve gönülden isteğiniz varsa, haydi gelin, göklere uçalım: Melekût âleminin menzillerini dolaşalım!" dedi ve o anda ortadan kayboldu. Cocuklar, çığlık çığlığa feryat ettiler. Çığlıkları duyanlar, çocuklardan biri damdan düştü sandılar. Koşarak geldiler. Ancak az sonra, Celâleddin damda göründü.
Benzi uçmuş, sapsarı kesilmişti. Çocuklar, onu o hâlde görünce, şaşkına döndüler. "Ne oldu sana?" dediler. O da, "Sizinle konuşuyordum, o anda yeșiller giymiş bir grup geldi, beni alıp götürdüler. Feleklerin tabakaları ve göklerin burçların etrafında dolaştırdılar. Ruhlar âleminin bazı hallerini gösterdiler. Çığlıklarınız, kulağıma gelince, beni tekrar buraya getirdiler" dedi. (s. 26)
Seyyit hazretleri, önemli bir şey, söyleyeceği zaman, önce durur, bir süre sükût eyler, sonra eliyle sakalını Sıvazlar, ardından derin bakışlarını, dinleyenin gözüne diker, öyle söylerdi. Hayatta iken, Mevlâna'ya söylediği her sözü, sanki şimdi, yeniden tekrarlıyordu ve diyordu ki:
"Hür olmadan, kul olamazsın. Dinimizde mükellef olmanın üç şartı var: Akil, bâliğ ve hür olmaktır. Çocuk değilsin, deli de değilsin, çok șükür köle de değilsin. Peki, acaba gerçek anlamda hür müsün? Kölelerin tekliften muâf olduğunu bilirsin. Dindar olman için kölelikten kurtulmuş olman lâzım. Kölelik, yalnızca düşman eline esir düşmekle olmaz. Kim bir şeyi çok seviyorsa, o kimse, sevdiği şeye köle olmuştur. Sevdiği de ona efendi olmuştur. Artık o kişi, sevdiğinin hükmü altındadır. Sevdiği ister kadın olsun, ister altın, isterse köpek olsun. Sen, istersen "nefis" deyiver ona. Eğer nefsinin emrinde isen, ona kul olmuşsan, artık Tanrı'ya kul olabilir misin? Efendimiz, "Kişi sevdiğiyle beraberdir." buyurmadı mı? Sen, nefsini seviyorsan, Tanrı'ya nasıl dost olacaksın? Dostluğun ilk durağı, kendi isteğini bırakıp, sevgilinin isteğine sarılmaktır. Seni, Allah ile dost olmaktan alıkoyan her şey, rûhunda çıkmış bir çıbandır. Bunu böyle bil! İman ehli olmak istiyorsan, sen kendi nefsini değil, seni yaratan seveceksin. Çünkü "İman edenler, Allah'ı, en içten sevgiyle sevenlerdir." (Kur 'ân,2/165) Gerçek aşık, âhını ve feryadını, dışarıya haykırmaz, kendi içine gömer. Toprağa ekilmiş tohumlar gibi, o ahlar, onun râhunda filizlenir, bereketlenir, en sonunda salih amele dönüşür" dedi. (s. 53)
Bir mürşit, halkı, Allah'ı sevmeye ve O'na bağlanmaya davet ediyorsa, o, Allah yolundadır. Eğer, kendisine bağlanmaya çağırıyorsa, işte o, şeytanın uşağı olan bir sahtekârdır! (s. 55)
Şems'in de bulunduğu bir mecliste, Şam'dan geldiğini söyleyen biri, Hazreti Mevlâna'ya, "Efendimiz, Şam'daki dostlar, sizden bir mürşit istiyorlar." dedi. Mevlâna, Şems'e dönerek, "İyi ki, mürşit istiyorlar. Konya'dan kimi göndersek, onları irşat eder. Ya derviş isteselerdi, o zaman ya ben gidecektim, ya sen." dedi. (s. 76)
Mevlâna, böylesine duyarlı bir kalp ile, bu kadar acıya, nasıl dayanabildi? Sonsuz acılara katlanmak, ancak Allah'ın sonsuz rahmetine sığınmakla mümkün olurdu. O da işte bunu yaptı: Allah'ın rahmetine sığındı. Ondan yardım istedi. İlâhî aşk ve rahmet, kalbine sel gibi aktı. Kalbinden taşan sevgi, başta Anadolu olmak üzere, bütün Dünyayı sardı. Yanmış ve yıkılmış gönül bahçelerinde, aşk ve ümit gülleri açtı.
Mevlâna, "Hangi tohum toprağa ekildi de yeşermedi?" diyordu. (s. 80)
Yaratan'ı seviyorsan sana layık gördüğü kaderi de seveceksin. (s. 81)
Allah, genellikle, sevdiği ve kendisine yönlendirmek istediği kuluna, bütün kapıları kapatır da sadece kendisine gelen kapıyı açık tutar. Kul, gidecek başka kapı bulamaz ve ister istemez, o kapıdan girer. Mevlâna, "Derhâ heme beste end, illà der-i tû." diye başlayan rubâîsinde, bu hakikati şöyle dile getiriyor:
Bütün kapılar kapanır, Senin kapın, kapanmaz.
Zavallı kul, Sen'den başka, kimseye yol bulamaz.
Cömertlikte, nam ve şanda, nûr saçanda eşin yok.
Cömertlikte, güneş, ay ve yıldızlar, kölen bile olamaz.
(s. 82)
Zaten "seyr ü sülük" yoluyla insanın "kesb-i kemâl" etmesi, yani ruhsal olgunluğa ermesi, bir anlamda, kendi kendine yeter hâle gelmesi demektir. Bu da uzun süre, kimseyle görüşme ve konuşma ihtiyacı duymadan, tek başına yaşayabilmesi, kendi kendisiyle ve Rabbi ile başbaşa kalmasıdır. (s. 83)
Büyük sanatkâr ve düşünürlerin, daha çok refah ve huzur devirlerinde yetiştiği söylenir. Oysa Hazreti Mevlâna, acılarla, sancılarla dolu, son derece buhranlı ve bunalımlı bir devirde yaşadı. Hayatı boyunca acılarla boğuştu, ama hiçbir zaman onlara yenik düşmedi. Tam aksine, onlarla nasıl baş edileceğini öğretti. Aşkın fetihlerini, rûhun zaferlerini gösterdi. Sadece kendi çağının değil, bütün çağların insanlarına, aşk ile ümidin, nasıl bir yaşama sevinci ve irade gücü sağladığını, hayatıyla ve eserleriyle ortaya koydu. Onu, dinî tecrübeyi bütün derinliği ile yaşamış bir mutasavvıf, bir mürşit olarak tanımak ve o yönüyle ele almak zorundayız. Dâhi bir mütefekkir, büyük bir şâir gibi düşünürsek, eksik ve yanlış tanımış oluruz. (s. 111-112)
Hüsâmeddin Çelebi, gözlerini yummuş, dikkatle dinliyordu. Okuma bitince, gözlerini açtı ve yalvarırcasına, "Efendim, ne olur, bunu devam ettirin. Yazmak için siz zahmet etmeyin. Siz söyleyin, ben yazarım." dedi. Dalga dalga gelen ilhamların ardından "Mesnevî" yazılmaya başlandı: Mevlâna söylüyor, Hüsâmeddin hızla yazıyordu. Sonra da yazdıklarını, ona, okuyor, bir takım düzeltmelerden sonra, yeniden temize çekiyordu. Bu işe, kendini iyice vermişti: İşini gücünü terk edip, bütün dikkatini, gayretini, hatta servetini bu yolda harcamıştı. Mesnevî'nin yazılması bazı geceler sabahlara kadar sürüyordu. Bilhassa gecenin ilerleyen saatlerinde, herkes yatıp uyuduktan sonra, Hüsâmeddin Çelebi, bıkmadan usanmadan, aşk ve şevk içinde yazıyordu.
Birinci cildin sonuna gelindiğinde, Hüsâmeddin'nin eşi vefat etti. İki yıl süren bir duraklama döneminden sonra, Mesnevî yeniden yazılmaya başlandı (1264), Mevlâna'nın son günlerine kadar devam etti. Hüsâmeddin Çelebi'nin yıllarca süren samimi gayretleri ve takipçiliği olmasaydı, büyük ihtimalle, bu gün, elimizde Mesnevî diye bir eser olmayacaktı. Mevlâna, Mesnevi'nin dördüncü cildinde, Hüsâmeddin Çelebi'ye, "Bu Mesnevi'yi yazmaktan asıl maksadım Sensin. Ey Hakkın ziyası Hüsâmeddin! Mesnevî bütünüyle senindir. Onu sana hediye ettim. Sen de kabul ettin." diyor. (s. 117)
Bir cenaze dolayısıyla mezarlıkta idiler. Bazıları, cenazenin kabre tabutla konulmasını istiyor, bir kısmı da karşı çıkıyordu; "Tabutsuz konsun." diyorlardı. O sırada biri, Ağaç kardeşimiz, toprak anamızdır. Bir çocuğa, kardeşi mi daha iyi bakar, yoksa anası mı?" dedi. Bunun üzerine, tabutsuz toprağa verdiler. Bu söz, Mevlâna'nın çok hoşuna gitti: "Vallahi, bu bilgi hiçbir kitapta yazılı değil." diyerek, söyleyeni tebrik etti. (s. 153)
Belh'in Güvercinleri
Emin Işık
Ötüken Neşriyat
Yorumlar