Mevlana Üzerine Konuşmalar
Mevlana üzerine Birleşmiş Milletler binasının girişinde yazan, "İnsanlık birbirinin azasıdır." cümlesinin bir diğer süfî mütefekkir Sadi'nin, “Benî âdem azay-ı yek-dîgerend” sözünün tercümesi olduğunu orada daimî temsilciliği bulunan kaç Müslüman ülkenin temsilcisi bilmektedir acaba? (s. 19)
Bütün dünyada, Mevlana’nın görüşlerine her geçen gün artan rağbetin arkasında yatan gerçek, aslında insanın kendi gerçeğine olan özlemdir. İdeolojiler ve teknolojik oyuncaklar insana bunu sunamadılar. Aslında ideolojiler, insan hayatının anlamını değiştirmek suretiyle onun hayatından çaldılar. Hayatının anlamını degiştirerek onu yanlış yere yönlendirdiler. Böylece modern insanın sorunlarını, geleneksel insanın sorunlarından daha karmaşık ve varoluşsal hale getirdiler. (s. 20)
Ayet çok enteresandır; “Bu Kur’an, bir gizli kitabın içindedir” (Vakıa 56/78) diyor. O gizli kitap insansa ve Kur'an onun içindeyse eğer insanın Kur’an’Ia hemhal olması çok önemlidir. (s. 32)
Tasavvufta ise Tanrı hissedilir. Tanrı, sufilere göre Google’da aranacak bir madde değildir. (s. 38)
Bir islam toplumunun hukukçuları Füsüsu'l-Hikem ve Mesnevî okuyor ve hatta okutuyorsa, burada durmak lazım. Lütfen dikkat edin, "şeyhleri" demedim "hukukçuları" dedim. Hafife almamak lazım, bu noktaya kolayca gelinmez. Osmanlı'ya bu gözle baktığımız zaman Davud-ı Kayseri, Hamza Fenarî, Asım Efendi, Musa Kazım Efendi gibi Füsüsu'l-Hikem dersi yapan şeyhülislamlar görüyoruz. Bu zatlar, dini temsil hiyerarşisinin en üstünde. Biz, bir elde Mesnevî, bir elde Füsüsu'l-Hikem’e yedi yüz yıl devam ettirilen bu İslam anlayışını inkar ettik, reddettik, imparatorluğun son iki asnnda başlayan bazı anti-irfanî temayüller, 1925'te dergahların kapatılmasıyla muradına erdi. Tabii bu tercihin sonucunu da gördük. Dinde kalite kayboldu. (s. 62) Geçmişte, önce insan inşa edildi. Sonra o kamil insanların toplanacağı yere ihtiyaç hasıl oldu. Cami köşesinde toplandılar. Oralara sığmayınca meydanlar oluştu. O meydanlar tekke, ribat, dergah, hankah, asitane, tevhidhane, cemhane adını aldı. Kendi sanatım, estetiğim, musikisini, mimarisini oluşturdu. İnsan, ardından mekanını getirdi. Biz şu anda tersten gidiyoruz. Mekanları ihya ediyoruz ama o mekanı vücuda getirecek insanın eğitimini ihmal ediyoruz... (s. 71)
Mevlana'nın pergel metaforunda kullandığı gibi, pergelin iğneli ayağını merkeze saplarsanız, öbür ayağıyla yetmiş iki âleme yorum yapabilirsiniz, yorum açıktır. Bundan dolayı süfîler, bir yönüyle kaynağa bağlıdırlar ama diğer elleriyle serbesttirler; yorum getirebilirler. O serbestlikleri bazı medrese ulemasına ağır gelmiştir. Hayır efendim! Bu kadar yorum yapılamaz, demişlerdir. Ancak süfîlerdeki serbestlik "mutlak serbestlik" değildir, bir ayakları kaynakta sabit dururken diğeriyle serbest hareket ederler ki bu da en tabii ve insanî oluştur. Aksi hali ise pıhtılaşmak ve donmaktan ibarettir. Selefî akaidi ile süfî akaidi arasındaki en temel fark budur. Birisi donuktur, diğeri ise dinamik bir akaid anlayışı ileri sürer. (s. 90)
Evet, imajinasyon dünyamız pıhtılaşıp dondurulduğu için başkaları ürettikleri şeyleri bize empoze edebiliyor. Gece saat on ikiye bire kadar oturup film seyredebiliyoruz. Modern nörofizyolojik araştırmalar, uyumadan evvel en son seyretmiş olduğumuz görüntülerden dolayı, televizyonu kapatmış olsak bile şuuraltımızda o filmin devam ettiğim söylemektedir. Bir bakıma modern insanın rüyaları bile işgal altında. Birçok insan geliyor, hocam ben bir türlü rüya göremiyorum, manevî rüyalar göremiyorum, diyor. Neden? Çünkü rüyaların bile işgal altında. Rüyalarını işgalden kurtar ki kendi maneviyatın başlasın. Modern insanın problemlerinden biridir bu. (s. 94)
* * *
Yahya Kemal’e sormuşlar:
"Türkler Viyana kapılarına nasıl gitti?" diye.
O da;
"Türkler Viyana kapılarına kılıçla mı gitti zannediyorsunuz? Hayır. Osmanlı, Viyana kapılarına bulgur pilavı yiyerek ve Mesnevi okuyarak gitmiştir." cevabını vermiş.
Burada kastedilen şudur:
Pirinç pilavı zenginlik alâmetidir. Zaten Osmanlı’ya da çok sonralar, dışarıdan gelmiştir. Anadolu halkının çok tükettiği gıdalardan olan bulgur, tevazu alâmetidir.
Dolayısıyla bu sözü şöyle yorumluyoruz: Osmanlı, Viyana kapılarına kadar çok büyük zenginlikler içinde değil, mütevazı yaşantılarıyla, bir yandan bulgur yiyerek diğer yandan da ruhlarını Mesnevi çeşmesinden doldurarak gitmişlerdir. (s. 140 - 141)
Mevlana Üzerine Konuşmalar
Mahmud Erol Kılıç

Yorumlar