Maârif
"Bahaeddin, eğer cennette olmak istersen, herkesle dost ol, kimseye kin besleme, herkese tevazu göster, başkalarından ileri olmak isteme ve olma. Mum ve merhem gibi yumuşak tabiatlı ol. İğne gibi batıcı olma. Sana kimseden kötülük gelmemesini istersen, kötü şeyler düşünme ve öğrenme."
* * *
Sen amelden, namaz kılmayı, oruç tutmayı, hacca gitmeyi, geceleri uyumayarak ağlayıp inlemeyi ve perhiz etmeyi anlıyorsun. Halbuki bunların hiçbiri de amel değildir. Bunlar ancak amelin sebepleridir. Hepsini yaptığın zaman bunların sende bir etki sağlaması mümkündür. İşte o zaman sen, ibadet etmiş ve olduğundan başka bir şey olmuş bulunursun.
Kur'an'da: Namaz seni günahtan, suç işlemekten, kötülükten, noksan ve kusurlardan ve isyandan korur, temizler, buyrulmuştur. İşte senin bunları yapmamış olman ve bunlardan temizlenmiş bulunman ameldir. Eğer kendini bunlardan kurtarmamışsan, namaz kılmamış sayılırsın. Bunun için Peygamber -O'na Selâm olsun namaz kılmış olan bir kimseye: "Namaz kılmadın, kalk namaz kıl" diye buyurdu. Bunun üzerine o adam kalkıp namaz kıldı. Tekrar: "Kalk namaz kıl, namaz kılmadın" buyurdu. O adam yine kalktı ve namaz kıldı. Peygamber bu defa da: "namaz kılmadın" dedi ve sonunda: "Kalb huzuru olmadan, namaz kılmak doğru değildir" buyurdu. (s.5)
Hakikî amel, içi değiştirmektedir. Nitekim insan tohumu, ana rahminde şekilden şekle girer. Alâka ve mudga olur. Nihayet insan şeklini alır, canlanır, dünyaya gelir, büyür ve bir insan olur.
İşte bu türlü değişmek, aşağı derecelerden yukarı derecelere çıkmak, amelidir. Miraç dedikleri de bu tarzda olur. Yukarıda anlatıldığı gibi kul da bir halden bir hale döner. Bu sırada meydana gelen ikinci hal, birinci halden; üçüncü hâl ikinci hâlden daha iyidir. Böylece bu, sonsuz olarak devam eder. Peygamber Hazretleri - O'na selâm olsun-: "İki günü bir olan kimse aldanmıştır" (H.K.). buyurmuştur. (s. 6)
Amelin hakikati, senin bulunduğun halden, her an başka bir hale geçmen ve manen ilerlemendir. (s. 7)
Bunun gibi, evliya ve müminlere Hakkın tecellisi de, onların Allah'ın indindeki mertebeleri nisbetindedir. Allah'ın nuru, onlar üzerlerine tahammül edebildikleri kadar iner.
Bir insan ateşe kavuşmak ve ondan faydalanmak isterse, hamamı ateşle kızdırır ve hamam vasıtasiyle ateşin vuslatından istifade eder. Eğer doğrudan doğruya kendisini ateşe atarsa tabiatiyle yanar. Kemale eren Allah adamları, semender gibi ateş içinde ve balık gibi suda yaşayabilirler; fakat diğer müminler ve gerçeği arayanlar doğrudan doğruya ateşten faydalanacak güce sahip değillerdir. (s. 17)
Evliyanın kalbi, Allah'dan ayrı olamaz ve onsuz hareket edemez. Müminin kalbi, Allah'ın kudretinin iki parmağı arasındadır. O, kalbi istediği gibi çevirir (H.). Eğer bu söz umumi olsaydı ve herkesin bunda hissesi bulunsaydı, Allah bunu mümine tahsis etmezdi. Hakkın kudretinin elinde bir âlet haline gelmiş olan o kalbi, Allah bizzat vasıtasız olarak idare eder. Tıpkı bir binicinin, âleti olan atı idare etmesi gibi. Binici istediği her tarafa onu sürebilir. O halde böyle bir müminin yaptığı her şey doğrudur, onu yanlış gören, hatayı bizzat kendisi yapmış olur. (s. 35)
Hayvanlar toprakta yaşayan yılanlar, melekler ise denizlerdeki balıklar gibidir. İnsan ise, yılan ve balık gibidir. Yılan olan yarısı, onu toprağa doğru çeker. Balık olan kısmı ise onu denize doğru götürür. Bu iki yarım kısım, birbirleriyle, daimî bir mücadele halindedir. (s. 36)
Hayat ve canlılık, insanlara tevdi edilen bir feyizdir. Fakat bu feyiz, herkese ayrı bir tesir icra eder. Allah'ın elçisi Muhammed'e tesir eden nur ve feyiz, Ebucehl'e tesir eden aynı nur ve aynı feyizdir. Bununla beraber, Muhammed'i yegâne, Ebucehli bigâne kılmıştır. Birinin gözlerini açtı, öbürünün gözlerini kör etti. Meselâ, bahar mevsimi de her şey üzerine aynı tesiri yapar. Fakat bir yerde gül, bir yerde diken biter. Meyvelerin bazısı tatlı, bazısı acı olur. Mustafa (O'na selâm olsun) insanların fena huyları bırakıp, iyi huyları almaları için onlara birtakım şeriat, emir ve nehiy koydu. Bu suretle o feyiz, fenalıkları değil, iyilikleri artırmış olacaktır. Meselâ, bahçıvan acı olan zerdaliyi kesip onun yerine tatlı şeftaliyi aşılar. Buna bahar mevsimi ve mart ayı tesir ederse bu şeftali büyür ve gelişir. (s. 53)
Kalp dediğimiz şeyden kastımız, bir kan damlası veya bir et parçası değildir. Böyle bir kalbe bütün hayvanlar sahiptir. Öküz, merkep, deve gibi her hayvanın bir kalbi, akciğerleri ve bir karaciğeri vardır. Bizim kalbden kastettiğimiz şey, keyfiyeti tarif olunamayan bir nurdur. İşte bir kan damlasından ibaret olan kalp, o nurun uğrağıdır. Bu nur; sonsuzdur. Göz nuru, gözün içindeki siyahlık ve beyazlık değildir. Bunlar işitmenin meydana geldiği yerledir. Duygularımız, içinden su akan oluklar gibidir. İşitme, görme, konuşma ve tatma ve dokunmadan ibaret olan bu beş duygu, görünüşte başka başka olmalarına karşılık gerçekte bir can ile diri ve kaimdir. Bu beş duygunun oluğundan akan su, candır. Meselâ, bir kimse evini bir mum veya kandille aydınlatsa ve evin içindeki tek nurdan dışarıya nurlar saçılır. Duvarlardaki çok olmasına rağmen evin içindeki nur, bir ve aynı nurdur. (s. 81)
Senin ruhunun suyu sâf bir kaynaktan gelmiştir. Fakat, sen onu meşguliyetin çamurlu sularıyla, çörçöp ile, vesveselerle kirlettin ve bulandırdın. Allah'ın zikriyle uğraştığın ve O'nun sevgisini kendine kıble yaptığın ve dünya ile ilgili olan şeyleri bırakıp dünyanın meşgalelerinden ve vesveselerinden arındığın, varlık ve benlik hissinden kurtulduğun, kendine değer vermeyi alışkanlık edindiğin zaman, tekrar sâf ve temiz olursun. (s. 90)
Benlik ve bizlik hissi, insanın çalışması ile gitmez ve böyle bir düşmanı kahretmek onun elinden, ayağından gelmez. Fakat, Allah buyurur ki: "Böyle bir düşmanın elinden bana ağla ve inle! Zira onu kahretmek mutlak bir iktidar sahibi olan benim elimden gelir. Benden başka kimse birşey yapamaz. Yalnız şu kaideyi koydum: Ey kulum! âciz olmana rağmen, onun kahrı için çalış ve onunla barışma, daima mücadelede bulun. Ben Allah'ım; onun kahrı için benden saygıyla ve inleyerek yardım dile. Can ve gönülden, tam bir bağlılıkla istersen, kendi kuvvetimi senin ellerine veririm ve senin elini, onun kahrından kuvvetli ve cesaretli yaparım. Nihayet, sen benim kuvvetimle, bağlılık kılıcıyla bu düşmanın başını kesersin. O halde sen öldürmeyip ben öldürmüş olurum. Benim sonsuz olan keremin büyüklüğü öyle bir yere kadardır ki, senin elinden düşmanı keserim ve bu gazayı senin yaptığını, kabul ederek seni över ve mükafatlandırırım; sana Haydar ve Pehlivan lâkabını veririm. Yaptığın bu işe karşılık hil'at, vuslat ve ebedî bir mülk ve sermedî bir padişahlık bağışlarım. Sen de: "Ey Allah'ım! bütün bunları ben yapmadım. Sen yaptın. Bende senin gibi bir Allah ile mücadele ve mukabelede bulunan böyle bir düşmanı yenecek güç nerede?
Ben ondan daha hayırlıyım; zira beni ateşten, onu topraktan yarattın. (Sûre:7,Âyet: 11). Senin gibi bir Allah'ın karşısında bu iddiada bulunan, şeytandır. Ben ki zayıflıkta bir saman parçasından daha hafifim. Böyle bir dağı temelinden nasıl sökebilirdim? Bir kum tanesine nasıl çevirebilirdim ve toz toprak gibi nasıl yele verebilirdim?" de. Allah buyuruyor ki: "Benim inayetim bir saman çöpüne bağlandığı zaman, dağlar onun önünde bir zerreden daha hafif olur. Lâkin sen o acz içinde, ben Allah'ın, vefasını muhafaza ettiğin ve bana olan itimadınla, böyle bir düşmanla uğraştığın beni hazır, uyanık, galip bildiğin için senin aczine kudret, zayıflığına kuvvet bağışlarım. Her ne kadar hakikatte ben yapmışsam da her şeyi senden biliyor ve herkesi sana minnettar kılıyorum. (s. 92)
Amel ve tâat, asıl ve zâtı bulunduğu halden başka bir hale sokamaz; yani değiştiremez. Yalnız, bunlar insanda var olan şeyi meydana çıkarır ve olgurlaştırırlar. Eğer amel olmazsa, o cevher, onun içinde zayi olur ve husule gelmez. Öyle ki şeftali ve nar ağaçları iyi baktığın zaman yani bunlarla meşgul olursan, büyür ve gelişirler. Meselâ, şeftali ağacının dibini kazma ile havalandırmaz ve su vermezsen büyümez. Binaenaleyh şeftali, bu amelle büyür ve yetişir. Fakat, amelle şeftalinin nar olması imkânsızdır. (s. 101)
Cins, kendi cinsinden olanı görebilir. Karga, bülbülün sırrını hiçbir zaman bilemez. (s. 125)
Ulu Allah sana da göktekilerin ve meleklerin yiyeceklerinden birkaç tane gönderdi ki bu, ilim ve bilgidir. Eğer sen göğe mensup olursan, böyle bir yiyeceğin talibi olursun: ondan ilmin ve bilgin artar. Eğer yere mensup ve yerden bitmişsen, hayvanlık sana galipse, daima bu toprağın lokmasını istersin. (s. 136)
Her kim ilim ve hikmet talibi ise ki: hikmet her hâkimin bir yitiği gibidir; hiç şüphe yok ki o, İlâhîdir ve kendi aslına ulaşması için o cihanın temiz bir parçası olan kendi asli yiyeceği etrafında dolaşır. Çünkü, "her şey aslına döner" hükmünce sonunda aslî yiyeceğine çevrilmiş olur, artar ve aslına ulaşır. (s. 136)
Rivayet ederler ki: Bir ceylânla, bir kurt evlenmişler ve bir çocukları olmuş. Müftüye: "Bunu kurt mu sayalım, yoksa ceylan mı? Onu kurt olarak kabul etsek, eti haram ve murdar olur, ceylân desek helâl olur. Bunu hangisinden sayalım ve adını ne koyalım? Tereddütte kaldık" diye sordular. Maharetli müftü, şöyle fetva verdi: "Bunun hükmü mutlak değil, mufassaldır. Bu yavrunun önüne bir demet ot ve biraz kemik koyunuz. Eğer kemiğe meylederse kurttur ve eti haram olur. Yok eğer ota meylederse ceylândır ve onun eti ceylân eti gibi helâldir." Bunun gibi Ulu Allah, o dünyayı, dünya ile, yeri; gök ile karıştırdı, birleştirdi. Biz, bu her ikisinin çocuklarıyız. Eğer ilme meyleder ve kuvvetimiz ilim ve hikmet olursa göksel ve helâl oluruz. Eğer yemeğe, uykuya ve cihanın nimetlerine, giyeceklerine meylederse hayvanî ve yere âit oluruz. Makamımız alâyi illiyin değil, cehennemin dibi olur. (s. 137)
Kıyamet, Allah ve Allah'ın şaşılacak şeyleri ortada yok değil, bilâkis göz önündedir. İnsana boynundaki damarından daha yakındır. Fakat görmeğe mâni olan şey, o gaflet perdesidir. (s. 143)
Gamın özünden neş'e ve neş'enin ta kendisinden de gam çıkartır. (s. 148)
Lütuf, lûtufla, kahır da kahırla bir arada bulunabilir. Lâtiflerin mirası, lâtiflere intikal eder. Çünkü onlar, can ve gönülden akrabadırlar. Kesiflerin mirası da kesiflere düşer. Zira bunlar da su ve toprak bakımından akrabadırlar. (s. 148)
O müminler ki namazlarında huşu üzeredirler, beyhude ve boş sözlerden yüz çevirirler. (Sûre: 23, Âyet: 1-2-3). Namazla huşu içinde bulunan ve zevk duyan müminler ikbale, saadete ve felaha erdiler. Çünkü huşu, tanımaktan, korkudan ve heybetten doğar. Henüz süt emen bir çocuğu, bir padişahın yanına götürsen korkmaz ve tavrını değiştirmez; çünkü her şeyden habersizdir. Fakat akıllı bir kimse, bu durumda korkar ve derhal tavrını değiştirir. (s. 152)
Noksan akıldan noksan marifet meydana gelir. (s. 152)
Namazlarına devam ederler. (Sûre: 70, Âyet: 23); O ilk namaz, Müminlerin, mükelleflerin vasfı ve makamı idi. Bu daimi salat, evliyanın vasfıdır. Çünkü onlar, daima, namazdadırlar ve hiçbir zaman namazdan hali değildirler. Bu tıpkı, bir balığın sudan ayrılmaması gibidir. Hiçbir vakit bir balığa: "Her gün bir müddet sudan çık veya suyu sev, sudan tad al!" diye emretmezler. Balık esasen sudan başka bir şey bilmez ve onun dışında her şey onun için bir ölüm ve bir zehirdir. (s. 152)
Bir insan ancak beşeri vasıflardan ve tabiattan kurtulduğu, yok olduğu ve ölmeden evvel ölünüz (H.) emri ile öldüğü zaman, hakiki bir melek olur. Çünkü o, ilk önce bir yılan balığı idi. Onun yılan olan kısmı, onu toprağa, balık olan kısmı da suya çekiyordu. Pek çok çalışarak yılan olan kısmını, kendinde öldürdü ve sırf balık oldu. Böylece onun toprakla artık hiçbir ilgisi kalmadı. Bundan sonra onun hayatı, daima suda geçti. Ondan emir ve nehiy teklifleri kalktı. Çünkü o emir ve nehyi denize doğru koşması, denizle eğlenmesi içindir. Artık, toprağa ve toprağa mensup olanlara koşmadı. Balık olunca o, bu ma'razda da kalamaz ve bunların zikri onun için doğru olamazdı. (s. 153)
Hisler, mana bakımından ayrı nurdandırlar. Birinin gark olması, hepsinin gark olmasıdır. Meselâ, gözün bir şekilden duyduğu haz, en son haddini bulur ve o, zevke gark olursa, geri kalan hisler işe yaramaz olurlar ve onda gark olurlar, O arada kulakta işitme ihtiyacı, dilde konuşma zarureti ve dudakta tadma isteği hissedilmez. (s. 155)
Bunun gibi alemin varlığını bir bağ ve Hakkın nurunun feyzini de bahar olarak bil! Çünkü göğün ve yerin, ayın ve güneşin, yıldızların; dağların ve denizlerin, meleklerin ve insanların, perilerin ve şeytanların ve türlü türlü canlıların eczası üzerine tesir eden bu feyiz, her birine bir türlü hareket verir. (s. 156)
İnsan, suret aleminde yaşadığından, manevi lezzetlerin ve nimetlerin keyfiyetini bilemez. Ona, böyle suret aleminin şeyleriyle, anlatmak lâzımdır. (s. 161)
Müminin niyeti, işinden daha hayırlıdır (H.), buyrulmuştur. Bazıları demişlerdir ki âmel, niyetin, niyet de kalbin vazifesidir. Bu yüzden kalbin âmeli, bedenin âmelinden daha yüksektir. Nitekim kalbin derecesi ve büyüklüğü, bedeninkinden daha yücedir. Çünkü beden sadeftir, kalb inci; beden, deri ve kabuktur, kalb özdür; deri ve kabuktan, özü elde etmektir. (s. 166)
Bu vücudu besleme; bu, ölüme kurban olur.
Gönlü besle ki gönül, yüce âlemlere gider. (s. 169)
Şafiî için şöyle rivayet ederler: Şafiî ödevi olan dersi talebelerine okuttuktan sonra, yalnız başına kalkar, şehirden çıkar, koyun güden ümmî, kırık dökük farsça bilen bir çobanla buluşmak için bağlara, dağlara giderdi. Onun karşısında iki dizi üzerine çöker, bütün bildiklerini hatırından çıkarır, zihnini yıkamış bir tahta gibi her şeyden siler, kalbinde bulunan nakışlar ve sıfatlardan temizler, o azizlerin ilhamına muntazır olurdu. Onun bütün işaretlerini, döktüğü sırları basiret gözüne sürme yapardı. İşte herhangi bir âlim de böyle yaparsa Ona: ilim tahsil etmiştir, denilebilir. Bu ilim, sonunda ona fayda verir. O hakikat yolunun hazırlığını yapmış, demektir. Bu, tıpkı kılıca benzer. Bir gazinin elinde, dini yükseltmek için bir âlettir; fakat bir kâfirin elinde bunun aksindedir; eğer bir kâfirin ilim kazanmasından maksadı, Allah ve ahiret ise ve dünya değilse, onun kazandığı ilimler, onun can kuşunun birer kanadı, eğer dünya için kazanmışsa o ilimler, can kuşunun tuzağı olur. (s. 170)
İnsanın içinde şeytan ve periden, yerden, gökten, arştan ve ferşten, sayısız, sonsuz ne kadar düşünceler vardır. Göklerle yerin orduları Allah'ındır. (Sûre: 48, Âyet: 4.) Allah: "Göklerin ve yerlerin askerleri benimdir." buyuruyor. Allah'a ve O'nun bilgisine ait olan düşünceler, göğün askerleridir. Dünya ve dünyada rızık edinmek İçin gelen düşünce, yerin askerleridir. Bunların hepsi benim hükmüm altındadır. Kimse onlara karışamaz. Eğer ben bir kimseye bir düşünce ilham etsem, bütün yeryüzünün yaratıkları bir yere toplansalar" onu uzaklaştırmağa güçleri yetmez. Ben işaret etmeden kimse onu insandan uzaklaştıramaz. Korku ve kuvvet Ulu Allah'a mahsustur (Sûre:6 -7, Âyet: 68, 163.) Manası: "Bende kötü bir düşünceyi kovmağa kuvvet ve kudret yoktur. Ey Allah'ım! bu yalnız yine senin emir, irade ve kuvvetinle uzaklaşır gider" demektir. (s. 175)
Bütün âlem, mânaya âşıktır. Bununla beraber: "Biz surete âşıkız" derler. Bu hatadır; onlar, mânaya âşıktırlar, suretin onların yanında hiçbir kıymeti yoktur.
Meselâ: "Bu adam, kötü ahlaklıdır veya akılsızdır'" derler ve ondan kaçarlar; ötede bir adam görürler: "Bu akıllı, iyi huylu bir adamdır" der, onu överler. Akıl ve güzel huy suret değil, mânadır. İşte bundan da görülüyor ki bütün âlemin bakışı, mâna üzerinedir; çünkü kötü mânadan kaçıyorlar, iyi mânayı seviyorlar; ona âşık oluyorlar. Onların bu sözleri, işlerine uymaz.
Güzel bir kadından vefa görürlerse, onu, eskisinden daha çok severler. O kadının, vefa, göstermekle sureti başka türlü olmuştur. Vefasız bir güzelden nefret ederler; vefasızlık onun suretini değiştirmemiştir. Vefa, suret değildir. İşte bundan da anlaşılıyor ki dostluk ve düşmanlık suretle değil, mâna iledir.
Suret bir kâse gibidir, mâna da onun içindeki yemektir. Kâseden maksat, içindeki yiyecektir, kâse değildir. (s. 183)
Din yolu, hizmet ve ibâdet ile anlaşılabilir, dedikodu ve boş sözlerle değil. (s. 185)
Eğer buğday ekersen buğday, adam ekersen adam olur. (s. 199)
Ve bu iki günlük gaddar ve aldatıcı dünya için iki dünyanın maskarası olan kimseye de ne yazık! (s. 200)
"Ölmeden evvel ölünüz" (H.), sözünün mânası. "Fenalıklardan öl ki senden ilimler doğsun!" demektir. Bunun adı ölmek; fakat gerçekte dirilmektir. (s. 213)
Can vilâyetinde ne gökler vardır ki
Onlar bu cihanın göklerine hâkimdirler. (s. 219)
Aşk, padişahların padişahıdır. Çünkü o, cihan padişahının seçkin kuludur. Bununla beraber o, öyle bir padişahtır ki bütün padişahlar bütün âleme ve Adem'e mensup olanlar, onun ümmetidir; hattâ onların arasında öyle padişahlar vardır ki bütün padişahlar onlara ümmet olmak istedikleri halde, bu şerefe erişememişlerdir. Nitekim bu hususta şöyle buyrulmuştur. (s. 230)
Bu dünya, te'vilsiz cehennem ve onu terk de cennettir. Görünüşte tatlı, mânaca acıdır. Fakat bu acı, sana tatlı görünür. (s. 235)
Maarif
Sultan Veled
Yorumlar