Mevlevi Adab ve Erkanı
Agâh ol; aklını başına al, kendine gel, düşün ve anla, anlamlarına gelir. Uyuyan kimseyi de uyandırırken, bu söz kullanılır, ürkütmemek için yavaşça yatağının yanına gidilir, yastığına hafifçe el ucuyla vurulur, gene yavaşça, «âgâh ol erenler» denir. (s. 5)
* * *
Mevlevîlikte, her şeye cezbe ve aşkla ulaşıldığı kanaati vardır.
«Aşk olmayınca meşk olmaz» atasözü, Mevlevînin her işinde kılavuzudur. Bu bakımdan "aşkolsun" sözü birçok yerlerde kullanılır:
a) Dergâha, yahut birinin evine giden bir Mevlevi, oturunca, ev sahibi, Mevlevi’ye «aşkolsun» der. Mevlevi, buna karşılık, niyâz secdesi eder; yâni oturduğu yerde, yere ellerini koyup yeri öper.
b) Su, çay, şerbet gibi ir şey içen kişiye, «aşkolsun» denir.. O da, «eyvallah» sözüyle baş keserek karşılık verir.
c) Yem ek yiyene de, ayni söz kullanılır.«Aşkolsun» sözüne karşılık «aşkın cemâl olsun» denmesi, bu söze muhâtap olanın, «cemâlin nûr olsun» demesi, buna karşılık da, «nûrûn alâ nûr olsın» karşılığını alması, Bektaşîlikte vardır ve bâzı Bektaşî meşrepli Mevlevîlere de geçmiş. (s. 6)
* * *
Aşk u niyâz, selâm yerine kullanılır. Birisine selâm yollanır, yahut mektupta selâm yazılırken, «Aşk u niyâz ederiz» denir. Hâl - hâtır sorulunca da, «Nasılsınız?» diyene, «Aşk u niyâz ederiz» diye mukabele edilir.
Diğer tasavvuf yolların da da vardır; fakat Mevlevilerde olduğu kadar umumi değildir. Şunu da hatırlatalım ki bir Mevlevi, söz arasında «ederim, yaparım, gelirim, gelmem» gibi birinci şahsı kullanamaz; çünkü bu, bir benlik ifadesidir. Bunun yerine, «ederiz, yaparız, geliriz, gelemeyiz» gibi cem-i’ sığası kullanır. Aşkolsun diye «Aşk vermek», bu söze muhatap olmaya, «Aşk almak» denir. Meselâ, bir yere gidip hatır sorulması, ona cevap veriliş anlatılırken «filân zâta gittik; aşk verdiler, aşk aldık» tarzında bir cümle kullanılır. (s. 7)
* * *
Sağ ayağın başparmağını, sol ayağın baş parmağı üzerine koyup durmaya "ayak mühürlemek" denir. Bu duruma, «mühr-pây durmak» da denir. Ayağım mühürleyen, sağ elini, parmakları açık olarak göğsüne, kalbinin üstüne, öbür elini sol böğrüne doğru, ayni vaziyette koyar; yahut sağ üstte, olmak üzere parmaklar açık, eller ve parmaklar düz olarak sağ elini sol, sol elini de sağ omuzunun üstüne koyar; parmaklar, omuzlarını kavrar. Bu duruma, «niyaz vaziyeti» denir.
Mevlevîlerde, ağızdan ağıza gelen rivayete göre Âteş-bâz-ı Velî, bir gün Mevlânâ’ya, odun kalmadı, demiş. Mevlânâ, ayaklarını kazanın altına koy buyurmuş. O da eyvallah deyip gitmiş, oturup ayaklarını kazanın altına uzatmış. Baş parmaklarından çıkan âlev, kazanı kaynatmaya başlamış. Fakat, acaba yanar mı diye şüpheye düştüğünden sol baş parmağı yanmış. Bu sırada, hâli Mevlânâ’ya haber vermişler. Mevlânâ gelerek "hay âteş - bâz, hay" demiş. O da yanan parmağını göstermemek için sağ ayağının baş parmağını, sol ayağının baş parmağı üstüne koymuş. (s. 8-9)
* * *
Sûfilerde, ayrılık, aykırılık anlamına gelen «Tefrika» ve «Birleşmek» anlamına gelen «Cem’» sözleri, birer terimdir, «Tefrika», halkı, Hak’tan ayrı bilmek, ayrı görmektir. Buna «Fark» da denir. «Cem’», bütün varlığı, Tanrı'nın zuhuru bilip görmek. Tanrı'dan başka bir varlık olmadığını, gerçekten anlamaktır. «Tefrika» ve «Fark» da, kulluk vardır; Cem’deyse kulluk kalmaz. Bu bakımdan sûfiler, «Farkı olmayanın kulluğu yoktur, Cem’i bulunmayanın da ma’rifeti olamaz» ve «Cem’siz fark zındıklıktır; farksız cem’, dinsizliktir; tevhid, farkla cem’in beraber bulunuşudur» demişlerdir. Cem’ makamına varabilen sûfi, ordan yine Fark makamına dönüp, halkı, ancak Hakk'ın zûhuru olmak bakımından var bilir. Hakk'ı da, bir ve her varlıktan, o varlığın mazhariyetine ve isti’dadına göre zâhir olan Mutlak Varlık olarak bilir ve her şeyi, mazhariyetine göre doğru bulur, sorumluluğu yerinde görürse kemâle ermiş olur. Bu ikinci «Fark»a, «Fark-ı Muhammedi» derler. (s. 9)
* * *
Dem, Arapça kan, Farsça vakit anlamına gelir. Terim olarak çeşitli mânâlar ifâde eder.
Vakit. Sûfilerce zaman, olayların birbirleriyle zihinde sıralanmasından doğan mücerret ve zihni bir mefhumdur. Geçmiş, ancak zihindedir; gelecek, boyuna akar ve ona erişilemez. Ufuk gibi, insan gittikçe o da gider. Hâl ise durmayan bir zamandır. Şu halde zamanın hakıykati, içinde bulunulan ve bölünmez bir cüzü’ olan «ân»dır. Kâinat ise her ân yeniden yaratılmadadır; bir ân öncesi kâinat, geçip gitmiştir; içinde bulunduğumuz ân, biz ve kâinat, yeniden Mutlak Varlık'tan zuhur etmişizdir. Böyle olunca insan, bulunduğu ânın tecellisine tâbi olmalıdır. Her ân, Hakk’ın bir zuhûru olduğuna göre de, bâki olan, ancak Hak’tır. Bu bakımdan, «Dem-i Hazret-i Mevlânâ, Hû diyelim» sözünden, anlaşılacak anlam şudur:
Mutlak Varlık olan Hakk’ın, kemâliyle tecellisine mazhâr olan «Hakıykat-i Muhammediyye»nin tam mazharı olan Mevlânâ, ebedîlik âlemindedir; her ân, onda fâni olanlarca, onun kemâl ve cemâl ânıdır; o deme, o âna, Hû denir; yani o zuhûr, Hakk’ın zuhurudur. O vardır, başka hiç bir şey yoktur; olmamıştır ve olmaz. (s. 12-13)
* * *
Destûr, izin anlamına kullanılır. «Destûr verirseniz söyliyeyim » gibi. Ayni zamanda, bir Mevlevi hücresine varıldı mı, kapıda, son hece çekilerek, ahenkli ve mülâyim bir sesle, «Destûr» denir. İçeriden «Hû» sesi gelince kapı açılıp girilir. Cevap verilmezse iki kere daha «Destûr» denir. Gene cevap alınmazsa dönülüp gidilir. (s. 16)
* * *
Mevlevîlerde, söndürmek sözü, anlamındaki çirkin ve kötü ifâde bakımından kullanılmaz. Bunun yerine, meselâ, ocağı, mumu, çerağı dinlendirmek sözü kullanılır. (s. 16)
* * *
Nefsine hâkim olan kişiye "er" denir. Sûfilerde, erlik, bir makamdır; Nur Suresinin 37. âyetinde, alış - verişin, ticaretin, Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoymadığı anlatılan erler, bu makama ulaşan kişilerdir; bu bakımdan, bu makama ulaşmış kadınlar, er sayıldıkları halde bu makama varamayan erkekler de er sayılmazlar. (s. 17)
* * *
Eyvallah, «İyi vallâh» ve «İy vallâhi» den bozmadır. Mevlânâ’nın mektuplarında da geçer. Bu söz söylenince, bu sözle, «Evet, yaparım» denmiş olur. Sırasına göre bir sözü tasdik için kullanılır. Birisi çağırınca, efendim yerine «Eyvallah denir. Bir söz, anlaşılmazsa, soru şeklinde çekilerek «Eyvallâh» denir ve söyleyenin ne söylediği sorulmuş olur. Bir yere gidilince, hoş geldin yerine, bir şey yenir, içilirse, afiyet olsun yerine «Aşkolsun» denince, gene «Eyvallâh»la mukabele edilir. (s. 17)
* * *
Mevlevîye göre her şeyin canı vardır ve insana hizmet eden her şeye, insan da saygı göstermeye mecburdur. Mevlevi, câmide namaza kalkarken yere kapanıp secde yerini öper, yâni secde yeriyle görüşür; namaz bittikten sonra gene secde yeriyle görüşüp kalkar. Yatarken önce yastıkla görüşüp yatar, sonra yorganını üstüne çekerken onunla görüşür, yâni ucunu öper. Su, kahve, çay içeceği vakit bardağı, fincanı, yahut kadehi öper, onunla görüşür. Mevlevi, ayıp görmemeye, göstermemeye borçludur. Bu yüzden kahvesini, yahut çayını içince, kirli fincanı, niyâz edip, yâni onunla görüşüp, onu öpüp yanına, bir yere gizler. (s. 18)
* * *
Gül-Bâng, gül sesi anlamına gelen bu Farsça terkip, bülbül çilemesine denir. Bütün tasavvuf yollarında umûmî bir terimdir ve «gülbenk» tarzında söylenegelmiştir. Tertiplenmiş dualara denir. Mevlevîlikte her iş için ayrı bir gül-bâng vardır. (s 19)
* * *
"Hakta", "Hak vere" sözleri, yok, bitti, bitmiş yerine kullanılır. Meselâ «Şeker Hakta» denmekle şekerin bittiği, bir şey istenince «Hak vere» denmekle kalmadığı anlatılmış olur. Hattâ, şöyle bir hikâye de söylenegelmiştir.
İstanbul’da yangınların birbiri ardınca sürüp gittiği bir devirde, Mevlevi Şeyhi, yeni ikrar vermiş canlardan birine, dışardan duyulan bir gürültü üzerine, "derviş kardeş" der, "dışarıya çık da anla bakalım; yangın mı var?" Dervişe, daha önce, bir şey yok dememesi, Hak vere demesi tenbih edildiğinden dışarıya çıkıp gelen derviş, yangın yok yerine, "erenlerim, yangın hak vere" der. Şeyh, bu söz üzerine "aman derviş kardeş der, her şeyi hak vere, fakat yangını değil." (s. 20)
Mevlevi Adab ve Erkanı
Abdülbaki Gölpınarlı

Yorumlar