İbn Arabi Mudafaası
İBN
TEYMİYYE’NİN İLİM ADAMI KİMLİĞİ VE GÜVENİLİRLİĞİ
-İBN
ARABİ MUDAFAASI-
Recep
YILDIZ - İnkişaf Dergisi
Alim,
“alamet” ve “alem” kelimeleri ile aynı kökten türemiştir. Alamet insanlara
çöllerde yönlerini gösteren işaret, iki araziyi birbirinden ayıran gösterge;
alem ise dağ ve bayrak gibi anlamlara gelir.[1] Alim, alamet/gösterge gibi
insanlara yönlerini gösterir, helal ve haram sisteminin sınırlarını çizer,
bayrak gibi de durulması gereken yeri işaret eder. Dağ anlamına gelen alem
kelimesi teşbih yoluyla alimler için de kullanılır. Nasıl alem/dağ yeryüzünün
hareket ve temayülüne engel oluyorsa ümmetin arasında ki alimler de onların
sapma ve inatlarına mani olurlar.[2]
İnsanların
hedeflerine ulaşabilmeleri için alemlerin ne anlam ifade ettiklerini bilmeleri
gerekir. Aksi bir durum yönlerini kaybetmelerine, yakınlaştıklarını
zannettikleri anda uzaklaşmalarına yol açabilir. Onlara rehberlik eden
alimlerin bilinirlikleri de en az alemler kadar önemlidir. Zira Allah Resulü
(sallallahu aleyhi ve selem) kötü niyetli alimlerin insanları saptıracaklarını
ifade etmektedir. Bu yüzden usul-ü fetva kitaplarında bir alimin fetvası ile
amel etmenin şartları sayılırken kimlik bilgilerinin bilinmesi de
zikredilmektedir. Nitekim adı meşhur olmasına rağmen biyografisi meçhul kalan
“Molla Miskin”in fetvalarıyla amel edilmemiştir.
Alim,
sözleriyle olduğu kadar ameliyle de insanlara rehberlik etmelidir. Onu filozof
ya da ideologtan ayıran temel özellik söylediklerini yaşamasıdır. Kendine mübah
gördüğünü başkasına mübah, kendi için helal addettiğini başkası için de helal
kabul eder.
Alim,
ilmi ilahi bir emanet olarak telakki eder. Batıl tevillerden uzak durur.
İnsanların yanlış bilgilendirilmeleri söz konusu olduğunda azimetle amel ederek
sahih bilginin tahrif edilmesine engel olur.
Alimin
ilme sadık kalmasının farklı tezahürleri vardır. En belirgin olanları ise
bildikleri ile amel etmesi, tahriften uzak durması, yanlış olduğuna inandığı
meseleleri tashihi ve ihlal edilen bir hakkı müdafaa etmesidir.
İslam
tarihinde alimler arasında akdedilen münazaralara ve karşılıklı kaleme alınan
reddiyelere bakıldığında ilme sadakatin tezahürleri belirgin bir şekilde
hissedilir. Onlar muhataplarının neyi, nasıl, niçin ve hangi şartlar altında
söylediklerini önemsemiş ve tenkit ettikleri şahısların ifadelerini sözün
söylendiği bağlamı esas alarak değerlendirmişlerdir. Farklı bir meşrebe müntesip
olsa dahi muhatabının söz ya da metnini değiştirmeden nakletmeye özen
göstermişlerdir.
İlim
esas itibariyle “mevhibe-i rahmani” olduğundan büyük alimler basit kabul
edilebilecek meseleleri bazen bilemeyebilirler. Bu durumda kitaplara sehven
yanlış bilgiler derc edilmişse tenkit ve münazaralar “zuhul” ya da “sebk-ı
kalem” olan bu tür ifadelerin ayıklanmasına imkan verir. Bu yüzdendir ki ilmi
geleneğimiz münazaraları hakikatin ortaya çıkmasına fırsat hazırlayan sebepler
olarak değerlendirmiştir.
Her
asırdaki birkaç tenkit ve münazara istisna edilirse bu tür ameliyeler ilim
dünyası için müsbet neticelerle sonuçlanmıştır. İstisnalara gelince, bunların
bir kısmı zındıklara diğer bir kısmı ise müslüman alimlere aittir. İslam
tarihinde meydana gelen fikri ya da içtimai krizlerin oluşum safhalarında etkin
olarak yer alan zındıklar müslüman kimliği altında özellikle nüfuz sahibi
alimlerin metinlerini tahrif etmiş sonrada onlar üzerine tekfir içerikli
reddiyeler yaz(dır)mışlardır. Böyle bir usul benimsemelerinin arka planında,
insanları onların adlarıyla sapıklığa sürüklemek ve sevenlerinin zihinlerinde
şüpheler uyandırmak vardır. Nitekim Ahmed b. Hanbel ölüm hastalığında iken
yastığının altına hileyle sapık akidevi görüşleri ihtiva eden bir metin
koymuşlardır. Eğer yetişmiş talebeleri Onun sağlam akidesini bilmemiş olsalardı
yastık altında buldukları metinle pekala yanlış bir yol benimseyip günaha
saplanabilirlerdi. Aynı şekilde Mecduddin Fîruzâbâdi adına Ebu Hanife’yi ret ve
tekfir eden bir kitap uydurup Ebu Bekir el-Hayyad’a sunmuşlardır. Eseri mutalaa
eden el-Hayyad Şeyh Mecduddin Fîruzâbâdi’yi yeren bir açıklama kaleme alıp Ona
göndermiştir. Fîruzâbâdi, el-Hayyad’a şunları söylemiştir: “Eğer bu kitap seni
günaha sürükleyecekse hiç bekleme onu yak. Zira o düşmanlara ait olan bir
iftiradır. Ben Ebu Hanife’nin büyüklüğünü takdir edenlerden biri olduğum gibi
O’nu anlatan bir ciltlik eser de telif ettim.” Zındıklar İmam Gazali’nin
“İhya”sına da bazı meseleler eklemişlerdir. Bu yüzdendir ki Kadı Iyaz elde
ettiği bir İhya nüshasının yakılmasını emretmiştir. İmam Şa’rani
“el-Bahru’l-Mevrud” adlı kitabının benzer bir kaderi paylaştığını
söylemektedir.[3]
Zındıklar
tarafından eserleri üzerinde en fazla tahrifat yapılan müelliflerin başında İbn
Arabi gelmektedir. Fütuhat-ı Mekkiyye ve Fususu’l-Hikem başta olmak üzere bir
çok eserine zındıklar tarafından ilaveler yapılmıştır. Konu ile alakalı İmam
Şa’rani şöyle bir hadise nakletmektedir. Yahya b. Muhammed el-Mağribi ile
karşılaşınca Ona “Fütuhat”taki Ehl-i Sünnet akidesine uymayan bazı konuları
sordum. El-Mağribi İbn Arabi’nin Konya’da kendi el yazısı ile kaleme aldığı
metinle karşılaştırdığı bir nüshayı çıkardı; Fütuhat’ı ihtisar ederken gördüğüm
ve tereddüt edip metinden çıkardığım yanlış fikirlerin hiç birisi
el-Mağribi’nin nüshasında yoktu.[4]
İbn
Arabi üzerine yapılan tenkitlerin bir çoğu ya tahkik edilmeyen bu tür nüshalar
esas alınarak kaleme alınmış ya da tasavvuf karşıtlarının hezeyanları
doğrultusunda telif edilmiştir. Her iki usul de alim kelimesini gerçek anlam
örgüsünden uzaklaştırmaktadır.
Bu
makalede bir çok muasır alim tarafından “imam” kabul edilen ve mezhepler arası
icmaya aykırı konularda görüşleri tercih edilen İbn Teymiyye’nin, İbn Arabi
tenkidinde benimsediği yaklaşımı ve “alim” kelimesine liyakat derecesini tahlil
edeceğiz. Makale İbn Teymiyye’nin İbn Arabi’yi tenkit ederken en fazla tekrar
ettiği üç konu üzerinde yoğunlaşacaktır.
Hatemü’l-evliya
İddia
İbn
Teymiyye eserlerinde hatemü’l-evliya (velilerin sonuncusu)-hatemü’l-enbiya
(nebilerin sonuncusu) bahsini işlerken şunları söylemektedir: Hatalı bir
topluluk son nebinin diğer bütün nebilerden daha üstün olduğuna bakarak son
velinin de bütün velilerden üstün olduğunu iddia etmektedir. İslam’ın erken
asırlarında kullanılmayan “son veli” kavramı ilk defa Muhammed b. Ali el-Hakim
et-Tirmizi tarafından telaffuz edilmiştir. Daha sonra bir gurup sufi Allah
Teala’yı bilme noktasında son velinin son peygamberden daha üstün olduğunu
iddia etmiştir. Şeriat’a, akla, bütün nebi ve velilere muhalefet eden bu
iddiayı İbn Arabi “Fütuhat” ve “Fusus”ta savunmuştur.[5]
Bu
anlayışı benimseyen insanların küfrü, Yahudi ve Hristiyanların hatta Arap
müşriklerin küfründen daha ileri derecedir.[6]
Gerçek
“Hatemü’l-evliya”yı
“hatemü’l-enbiya”dan daha üstün görmekle itham edilen İbn Arabi, atıfta bulunulan
eseri Fütuhat’ta nebi ve veli kavramları ile alakalı şunları söylemektedir:
Allah Teala her cinsten bir çeşidi, her çeşitten de bir şahsı seçmiştir. Buna
göre insanlar arasından müminleri, müminlerden evliyaları, evliyalardan
enbiyaları, enbiyalardan da resulleri seçmiş sonrada onların bir kısmını
diğerlerinden daha üstün kılmıştır.[7]
İbn
Arabi’ye ait olan bu ifadeler açıkça Peygamberlerin velilerden üstün
olduklarını belirtmektedir.
İbn
Arabi velilerin yetersiz, peygamberlerin ise kamil insanlar olduklarını
anlatırken şöyle demektedir: “Sufiler haber verdikleri makam ve halleri bizzat
yaşamayı şart koşarlar. Bu noktada ne bizim, ne dışımızdakilerin, ne de
peygamber olmayan kişilerin bir tecrübesi vardır. Ulaşmadığımız bir makam ya da
tecrübe etmediğimiz bir hal hakkında ne ben ne de benim dışımda Allah Teala’nın
kendilerine şeriat verdiği peygamberlerden başka birisi konuşabilir. Bu hususta
konuşmak haramdır.[8]
Fütuhat’ın
ilgili bölümlerinde sürekli peygamberlerin üstünlüklerine vurgu yapan İbn Arabi
bir başka yerde şöyle der: “Bir gün, içerisinde sufilerin de yer aldığı bir
mecliste hazır bulundum. Birbirlerine ‘Musa –aleyhisselam- hangi makamda
Rabbini görmeyi istemişti.’ diye soruyorlardı. Birisi şevk makamında iken
görmeyi istediğini söyledi. Onların bu tür konuşmaları üzerine şöyle dedim:
‘Böyle yapmayın! Yolun aslı şudur; velilerin ulaştıkları en son nokta nebilerin
başlangıç noktalarıdır. Veli, şeriat sahibi peygamberlerin hallerinden hiç
birisini yaşamamıştır. Bu yüzden biz ancak yaşadıklarımızı anlatabiliriz. Resul
ve nebi değiliz dolayısıyla Musa aleyhisselamın hangi makamda iken Allah
Teala’yı görmek istediğini bilemeyiz.’”[9]
İbn
Arabi, İbn Teymiyye tarafından atıfta bulunulan eseri Fütuhat’ta peygamberlerin
insanlık aleminin en üstün varlıkları olduklarını, velayet makamının en son
basamağının nübüvvet makamına başlangıç olabileceğini, yalnız peygamberlere
malum olacak konularda velilerin sükut etmeleri gerektiğini söylemektedir. Bu
durumda İbn Teymiyye’ye ait olan “İbn Arabi son velinin son peygamberden üstün
olduğunu söylemektedir.” İddiası iftira olmaktan öte hiçbir anlam ifade
etmemektedir.
Övgü-Tenkit
İddia
İbn
Teymiyye bir kısım insanlara şeytan ve cinlerin geldiklerini, onların ise bu
gelenleri melek zannedip sözlerine itibar ettiklerini söylemektedir. Bu tür
insanlara ulaşan bilginin kaynak değeri ile alakalı şu ayeti delil olarak
kullanır: “Şeytanlar kendi dostlarına sizinle mücadele etmeleri için mutlaka
fısıldarlar.”[10]
İbn
Teymiyye, İbn Arabi’nin şeytanın kendisine fısıldadığı ruhlardan olduğunu bu
yüzden peygamberlere muhalefet ettiğini iddia etmektedir. Fütuhat ve Fusus
başta olmak üzere İbn Arabi’nin bütün eserlerini ilhadi görüşlerin mahşeri
olarak niteleyen İbn Teymiyye iddiasını şu ifadelerle teyit etmeye çalışır:
“İbn Arabi, Nuh ve Hud aleyhimasselamın kavimleri ile Firavun ve diğer
kafirleri övmekte[11] buna mukabil Nuh, İbrahim, Musa, Harun ve diğer rasullere
ise isyan etmektedir. Yine Cüneyd b. Muhammed, Sehl b. Abdillah et-Tüsteri gibi
müslümanlar arasında saygınlıkları ile bilinen meşayıhı yermekte, Hallac gibi
yerilenleri övmektedir.[12]
İbn
Teymiyye, İbn Arabi’nin gerçekte peygamberlik iddiasında bulunmak istediğini
fakat bunun imkansız olduğunu fark edince son veli olarak ortaya çıktığını
iddia etmektedir. Ona göre İbn Arabi, son velinin Allah Teala’yı bilme
noktasında son nebiden daha üstün olduğunu savunmaktadır. Çünkü son veli bilgiyi
peygambere vahiy getiren meleğin aldığı yerden almaktadır.[13]
Gerçek
İbn
Arabi’nin eserlerine bakıldığında söz konusu iddiaların tam aksini söylediği
görülmektedir:
İbn
Teymiyye İbn Arabi’ye gelen ilhamları şeytanın dostlarına yaptığı fısıldamalara
benzetmektedir. Gerçekte ise ilham kalpte oluşan ve kişiyi amel etmeye sevkeden
bir çeşit bilgidir. İlhamın meşruiyeti ise Kur’an ve Sünnet’le sabittir. Buna
rağmen İbn Teymiyye bir müslümanın kalbinde oluşan bilgiyi tereddütsüz şeytanın
ilkasıyla eşdeğer görmektedir. Bu bakış açısının temelinde bütünüyle “ilham”
realitesini reddetmek varsa meşruiyeti Kur’an-ı Kerim’le sabit olan bir olguyu
inkar etmek imani açıdan ciddi bir problemdir.
İbn
Arabi’nin Firavun ve benzeri kafirleri övdüğü iddiası gerçeklere aykırıdır.
Zira O el-Fütuhat’ın 62. babında Fravun’un akibetiyle alakalı şöyle demektedir:
“Fravun ebediyen cehennemde kalacak ateş ehlindendir.” İbn Arabi’nin
el-Fütuhat’ı vefatından üç yıl önce kaleme aldığı yani son eserlerinden olduğu
düşünüldüğünde[14] Onun, hayatının ilk yıllarında olduğu gibi son dönemlerinde
de Firavun’un kafir olarak öldüğünü ikrar ettiği kesinleşmiş olur.
İbn
Arabi’nin peygamberleri tenkit ettiği ifadesinin de doğruluk payı yoktur. Zira
İbn Teymiyye’nin atıfta bulunduğu el-Fütuhat’ta İbn Arabi Resulleri övmekte,
onları anarken saygılı bir dil kullanmayı tenbih etmektedir: “Vaizler Allah
Teala’dan korkmalı, ondan haya etmeli ve ne söylediğini bilmelidirler. Vaazda
felaketlerden uzak durmalıdırlar. Melekler, peygamberlerle alakalı kıssaları
bildiklerinden Allah Teala ve onlar hakkında uygunsuz ifadeler işitince
rahatsız olurlar. Nitekim Allah Resulü sallallahu aleyhi ve selem, bir kul
yalan konuştuğunda meleğin gelen pis kokudan dolayı o kişiden otuz mil kadar
uzaklaştığını haber vermektedir.
Meclisinde
meleklerin hazır bulunduğunu bilen vaiz, doğru bilgiyi araştırmalı ve Allah
Teala’nın övgüsüne nail olan peygamberler hakkında tarihçilerinin Yahudilerden
naklettikleri meselelere iltifat etmemelidir. Müfessirler şöyle-böyle dedi
diyerek de bu ifadeleri Kur’an-ı Kerim’in tefsirinde kullanmamalıdır.
Hz.
Yusuf ve Davud’un kıssalarını tefsir ederken “Allah’ın eli bağlıdır.”[15]
diyerek Cenab-ı Hakk’a iftira eden Yahudilerden yapılan asılsız rivayetleri ve
Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem hakkındaki fasit tevilleri tercih
etmemelidir. Şayet meclisinde bu tür ifadeleri söylerse melekler ondan nefret
eder ve uzaklaşırlar.
Yahudilerin
peygamberler hakkındaki iftiralarını tekrar eden kişileri cehalet istila
ettiğinden Allah Teala’nın değil de Yahudilerin sözlerini nakletmektedirler.
Vaizler her şeyden önce peygamberlerin saygınlığını korumalı ve Allah Teala’ya
iftirada bulunmaktan haya etmelidirler.[16]
Yukarıdaki
satırlar İbn Arabi’nin peygamberlerin hukukuna ne derece önem verdiğini gözler
önüne sermektedir. Onun ifadeleri İbn Teymiyye’nin iddialarından hem lafız hem
de mana olarak uzaktır. Bu durumda Onu Firavun’u öven buna mukabil
peygamberleri yeren bir müellif olarak takdim etmek apaçık gerçekleri tahrif
etmektir.
Müslümanlar
katında saygın bir yere sahip olan Cüneyd ve Sehl b. Abdillah et-Tüsteri gibi
selef alimlerini yerdiği iddiasına gelince bu da doğru değildir. Zira İbn
Arabi’nin eserleri bunun zıddı beyanlarla doludur. O, bu iki zatın adının
geçtiği her yerde onları övmektedir. Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellemin
hallerini ve ilminde mevcut olan sırları muhafaza eden alimleri anlatırken Ali
b. Ebi Talib, İbn Abbas, Selman gibi sahabilerden sonra Şeyban-ı er-Rai gibi
mutasavvıfları sayar ardından da Cüneyd ve et-Tüsteri’nin adını zikreder. İbn
Arabi’ye göre Cüneyd ve et-Tüsteri, sahabe kuşağında Hz. Ali ve İbn Abbas gibi
alim sahabilerle temsil edilen Allah Resulü’nün halini koruma, ledünni ilme ve
ilahi sırra muhatap olma özelliğini devam ettiren büyük şahsiyetlerdendir.[17]
İbn
Arabi, Cüneyd ve et-Tüsteri’yi Hz. Ali gibi büyük sahabilerin takipçileri
olarak görür. Bu, bir müslüman için büyük bir övgüdür. İbn Arabi telif ettiği
diğer eserlerinde de Cüneyd ve et-Tüsteri’nin adını hep hayırla yad eder.
Hallac-ı
Mansur (v. 309/922) meselesine gelince, İbn Arabi, İbn Teymiyye’nin iddia
ettiği gibi Onu övmemiştir. Bilakis Hallac hakkında tevakkufta bulunmuş,
durumunu Allah Teala’ya havale etmiştir. Ayrıca Onun ilmi meselelerde sözü
delil kabul edilecek birisi olmadığını da söylemiştir.[18] Bu yaklaşımda ne
övgü ne de eleştiri vardır. Kaldı ki Hallac kendi devrinden sonra gelen bir çok
alim tarafından müdafaa edilmiş Gazali, Razi, Kemalpaşazade gibi muhakkık
alimler Onun masum olduğunu belirtmişlerdir.
Vahdet-i
Vucud
İddia
İbn
Teymiyye’nin İbn Arabi’yi tenkit ederken adeta bir slogan gibi sürekli tekrar
ettiği bir konu var ki o da, vahdet-i vucut meselesidir. Israrla İbn Arabi’nin
“sonradan olan bir şeyin mevcudiyetinin Allah Tela’nın varlığının aynısı
olduğunu”[19] söylediğini iddia etmektedir. İbn Arabi düşüncesini benimseyen
Müslümanları, “sapık olmalarına rağmen” Mutezile müntesiplerinden daha hayırsız
gören İbn Teymiyye onları “Kur’an’ı Kerim’i şirk kendi sözlerini ise
tevhit”[20] kabul eden mülhitler olarak niteler.
İbn
Teymiyye “Mecmuu’l-Fetava” başta olmak üzere hemen her eserinde İbn Arabi’nin
Allah Teala’yı mevcudatın aynısı kabul ettiği ve ondan başka varlık
tanımadığını iddia etmektedir.
İbn
Arabi’ye isnat ettiği “Ondan başka varlık yoktur.” görüşünü açıklarken şunları
söyler. O, bu ifadeyi Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem’in “sözlerin en
doğrusu şair Lebid b. Rebia’nın ‘Dikkat edin Allah Teala’dan başka her şey
batıldır/yok olacaktır.” şiirinde ve “Onun zatından başka her şey yok
olacaktır.”[21] ayetinde olduğu gibi eşyanın varlık ve idaresinin Allah
Teala’nın emriyle olduğu anlamında kullanmamıştır. Eğer İbn Arabi ve
müntesipleri bu manayı kasdetmiş olsalardı bu doğru bir anlama
(eş-şuhudu’s-sahih) olurdu. Fakat onlar Allah Teala’nın mevcudatın aynısı
olduğunu iddia etmektedirler. Bu ise küfürdür.[22]
Gerçek
İbn
Teymiyye’nin İbn Arabi hakkında söylediği ifadeler hata ve intihallerle
doludur. Nitekim İbn Arabi kendisine isnat edilen “sonradan olan bir şeyin
mevcudiyetinin Allah Tela’nın varlığının aynısı olduğu” iddiasının tam aksini
söylemektedir: “Alem’in Allah Teala’nın dışındaki şeylerden ibaret olduğunu”
bildiren İbn Arabi, varlıklara ait hakikatlerin değişmesinin de imkansız
olduğuna vurguda bulunur. Buna göre “kul, kul, Rabb, Rabb, Hakk, Hakk,
yaratılmış da yaratılmış olarak kalır.”[23] Yani insanın Allah Teala ile
birleşmesi ya da beşeriyetten uluhiyete dönüşmesi imkansızdır.
Yine
Fütuhat’ta “hiçbir surette yaratılmışla yaratıcının birleşemeyeceğini, kulun
kul Rabb’ın da Rabb olarak kalacağını” belirtmektedir.[24]
Burada
ilginç olan bir başka husus İbn Teymiyye’nin İbn Arabi’de olduğunu iddia ettiği
düşünceyi çürütürken kullandığı delillerin tamamının İbn Arabi’ye ait
olmasıdır. O sadece İbn Arabi’ye ait olan metinde geçen ayet ve hadisin yerini
değiştirmiştir. Konuyla alakalı İbn Arabi’nin metni şu şekildedir:
“Âlem,
Allah Teala dışındaki şeylerden ibarettir. Var olsun ya da olmasın varlığı
mümkün olan her şey, tabiatı itibariyle vacibu’l-vucut olan Allah Teala’yı
bilmenin alametidir. Zira âlemin hakikati onun yok olacak bir araz olduğunu
göstermektedir. Nitekim “Onun zatından başka her şey yok olacaktır.”[25] ayeti
ile Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem’in “Arabın söylediği en doğru şiir
şair Lebid’in ‘Dikkat edin Allah Teala’dan başka her şey batıldır.” hadisi de
âlemin yok olacağı gerçeğini belirtmektedir.”[26]
İbn
Teymiyye İbn Arabi’nin metnindeki ayet ve hadisin yerini değiştirmek bir de
vakıayı “eş-şuhudu’s-sahih” olarak isimlendirmekten başka bir şey yapmamıştır.
Bu durum açıkça göstermektedir ki İbn Teymiyye İbn Arabi’nin konuyla alakalı
metnini okumuş, Onun ifadelerini kendine mal ederek Ona söylemediği hezeyanları
isnat etmiştir.
Sonuç
İbn
Teymiyye’nin akide açısından problemli gördüğü ve bu yüzden orantısız bir
şekilde tenkit ve tekfir ettiği İbn Arabi’nin metinleri ile Onun iddiaları
arasında yaptığımız bu küçük mukayese göstermektedir ki İbn Teymiyye’nin
tenkitleri gerçeği yansıtmamaktadır. Bu durumda üç ihtimal ortaya çıkmaktadır;
ya İbn Teymiyye okuduğunu anlayamamakta ya İbn Arabi düşmanlarının iftiralarını
tahkik etmeden alıp-kullanmakta ya da Onun eserlerini okumasına rağmen
ifadelerini çarpıtmaktadır.
Bu
üç ihtimalden sadece birisinin gerçek kabul edilmesi dahi, İbn Teymiyye’nin
ilim adamı kimliğini yaralamakta ve güvenilirliğini ortadan kaldırmaktadır.
İhtimaller
tek tek tahlil edildiğinde şunlar söylenebilir: İbn Teymiyye’nin yetiştiği
ortama ve verdiği eserlere bakıldığında okuduğunu anlamamasını farz etmek düşük
bir ihtimaldir. İbn Arabi’nin eserlerini tahkik etmeden tenkit etmesine gelince,
Şeyh-i Ekber’den her söz edişinde yukarıda tahlil edilen üç ana konuyu aynı
ifadelerle sloganvari tekrar etmesi bu ihtimali güçlendirmektedir. Okuduğu
metinleri önce tahrif edip sonra muharref hallerini tenkit etmesine gelince bu,
ihtimalden öte bir realitedir. Çünkü İbn Teymiyye “mülhit” olarak markaladığı
insanları maşer-i vicdanda mahkum edebilmek için her türlü yolu kullanmayı
–adeta- meşru kabul etmektedir. İbn Arabi metinlerini tahrif edip sonra tenkit
etmesinde bu kabulün etkisi inkar edilemez.
Benimsediği
usul ve hadiselere yaklaşım tarzı itibariyle bakıldığında İbn Teymiyye’nin
seleficiliği ile ulemanın usul ve üslubu arasında tevhit kabul etmez farklar
vardır. Bu durumda Onun için insanlara doğru bilgiyi aktaran bir bilgi kaynağı,
sapmalarına mani olan bir yol gösterici gibi anlamlara gelen alim ünvanını
kullanmak güç bir hal almaktadır. Zira O doğrudan ziyade yanlış bilgiye
kaynaklık yapmaktadır.
İbn
Teymiyye ile başlayan anlayışın müntesipleri, geçtiğimiz yüzyılda “hareket”
çapında temsil imkanına ulaşmış, günümüzde ise Sünnet ve Cemaat akidesine sahip
alimleri şirk ve küfürle itham eder bir işleve kavuşmuşlardır. Yeni selefiler
olarak adlandırılabilecek bu grup İbn Teymiyye gibi tahkik edilmeyen bilgilerle
kendileri dışındaki her alimi bidat, şirk ve küfürle itham etmektedir.
“Ehl-i
Sünnet” akidesine sahip alimleri “ehl-i zeyğ” olarak tanıtan grup, insanların
doğru bilginin kaynağına ulaşmalarına engel olmaktadır. Günümüz
akademisyenlerinin zihinlerinde oluşan istifhamların önemli bir bölümü söz
konusu grubun bilgi tahrifatı ile yakından ilişkilidir.
Modern
dünyada yeni bir İslami Duruş belirleme gayreti içerisinde olan selefi ve
modernistlerin İbn Teymiyye’yi müslümanlar için yol gösterici addetmeleri ya da
İslam toplumunun yüzyüze olduğu çağdaş sorunların giderilmesinde referans kabul
etmeleri, çözüm bekleyen sorunlara yenilerini eklemekten başka bir anlam ifade
etmeyecektir.
Her
şeyin en doğrusunu Allah Teala bilir.
--------------------------------------------------------------
[1]
Muhibbuddin Seyyid Muhammed Murtaza ez-Zebidi, Tacu’l-Arus min
Cevahiri’l-Kamus, Beyrut, 1994, XVII, 498.
[2]
Bedruddin el-Ayni, el-Binaye Şerhu’l-Hidaye, Beyrut, 2000, I, 113.
[3]
Abdulvahhab b. Ahmed eş-Şa’rani, el-Yavakıt ve’l-Cevahir, Beyrut, 2003, s. 16.
[4]
Bkz. eş-Şa’rani, a.g.e., s. 16; eş-Şa’rani Fütuhat’ı,
“Levakıhu’l-Envari’l-Kudsiyye” ve “el-Kibritu’l-Ahmer” adlarını taşıyan iki
ayrı kitapta ihtisar etmiştir.
[5]
Ebu’l-Abbas Takıyyüddin Ahmed b. Abdilhakim İbn Teymiyye, el-Furkan beyne Evliyai’r-Rahman
ve Evliyai’ş-Şeytan, Beyrut, 2003, s. 102
[6]
İbn Teymiyye, el-Furkan, s. 107.
[7]
Ebu Bekir Muhyiddin Muhammed İbn Arabi, el-Fütuhatü’l-Mekkiyye, Beyrut, ty., I,
465.
[8]
İbn Arabi, a.g.e., II, 24.
[9]
İbn Arabi, a.g.e., II, 51.
[10]
Kur’an, En’am(6): 121
[11]
Bkz. İbn Teymiyye, Kitabu’r-Redd ala’l-Mantıkıyyin, Beyrut, 2005, s. 226.
[12]
İbn Teymiyye, el-Furkan, 120-121.
[13]
İbn Teymiyye, Kitabu’r-Redd, s. 347.
[14]
Şa’rani, el-Yevakit, s. 25.
[15]
Kur’an, Maide(5): 64.
[16]
İbn Arabi, a.g.e., II, 256.
[17]
İbn Arabi, a.g.e., I, 151.
[18]
İbn Arabi, a.g.e., IV, 328.
[19]
İbn Teymiyye, el-Furkan, 122.
[20]
İbn Teymiyye, el-Furkan, 123.
[21]
Kur’an, Kasas(28): 88.
[22]
İbn Teymiyye, Mecmu’u’l-Fetava, Beyrut, ty., X, 342.
[23]
İbn Arabi, a.g.e., II, 371.
[24]
İbn Arabi, a.g.e., III, 377.
[25]
Kur’an, Kasas(28): 88.
[26]
İbn Arabi, a.g.e., III, 443.
Yorumlar