İbn Arabi'den Razi'ye Mektup
MUHYİDDİN-İ ARABÎ'DEN
FAHREDDİN RÂZÎ'YE MEKTUP
Şeyh Muhyiddin İbn-i Arabî'nin, Rey hatîbinin oğlu İmam
Fahreddin Râzî'ye yazmış olduğu risâle:
Bismillâhirrahmânirrahîm...
Her şeye yeten Allâh'a hamd olsun!
Salât ve selâm, onun seçtiği bütün peygamberlerin üzerine olsun!
Benim Allâh yolundaki dostum Fahreddin Muhammed Râzî'ye de selâm
olsun ve Allâh onun himmetini yüceltsin!
Bundan sonra:
Senin için biz, kendinden başka tanrı olmayan Allâh'a övgüde
bulunuruz (seni Allâh'a medhederiz).
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:
“Biriniz kardeşini severse,
bunu ona bildirsin: «Ben seni seviyorum.» desin!”
Zâten yüce Allâh da:
“Birbirinize hakkı/gerçeği
tavsiye ediniz” (el-Asr, 3) buyurmaktadır.
Ben, senin bazı telif eserlerine ve (bu eserlerde) yüce
Allâh'ın, seni tahayyül kudreti ve mükemmel düşünce bakımından desteklediğine
vâkıf oldum.
Nefs, ne zaman sadece bedeninin taleplerinden lezzet ve haz
almaya başlarsa ilâhî cömertlik ve mevhibenin (ilâhî bağışların) tadını alamaz.
Böylece yalnız ayakları altından beslenen gâfil kimselerden olur. Fakat esaslı
bir adam, üstten beslenendir. Allâh Teâlâ'nın buyurduğu gibi:
“Eğer onlar Tevrat'ı,
İncil'i ve Rablerinden kendilerine indirilen Kur'ân'ı lâyıkıyla tatbik
etselerdi, her yönden (hem ayakları altındakinden/yeryüzünden hem de
yukarıdan/göklerden) nimete ermiş olurlardı…” (el-Mâide, 66)
Allâh'ın, onu muvaffak etmesini istediğim benim dostum bilsin
ki, (Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e) kâmil mânâda vârislik,
sadece bir vecihle değil, bütün yönleriyle olandır. Zaten: “Âlimler,
peygamberlerin (her yönüyle) vârisleridir.” Bu itibarla akıllı olana gereken,
bütün yönleriyle (Hazret-i Peygamber'e) vâris olmaya çalışmak ve bu hususta
gayret noksanlığına düşmemektir.
Allâh'tan, onu muvaffak kılmasını temennî ettiğim değerli dostum
bilir ki; insan tabiatının güzelliği, ancak ilâhî bilgilerle donatılmasının
semeresidir ve çirkinliği de o ilâhî bilgilerden mahrumiyet neticesidir. Yüksek
ve yüce himmetli kimse için gerekli olan, ömrünü, sonradan meydana gelmiş boş
şeylerle ve onların boş ayrıntılarıyla geçirmemektir. Eğer buna dikkat etmezse,
Allah'tan gelecek olan ilâhî ve ebedî nasip ve hazlardan mahrum kalır. Yine bu
kimse için gerekli olan, kendi fikrinin delîlinden gönlünü iç huzûra
erdirmesidir. Şüphesiz ki (kendine ait) fikrin doğuş sebebi bellidir; istenilen
hak ise böyle değildir. Çünkü Allâh'ı tanımak, onu varlığı sebebiyle tanımanın
tersidir. Çünkü akıllar, Allâh'ı, delil vesilesiyle değil inkâr açısından var
olması (inkâr edilememesi) sebebiyle tanır. Bu ise akılcı geçinenlerle
kelâmcıların hilâfınadır. Bu meselede onların görüşlerine katılmayan Seyyidimiz
İmam Gazâlî de, bizimle aynı görüştedir.
(Demek istiyorum ki) akıl, sübhan olan (her türlü noksan
sıfatlardan ve beşerî îzahlardan münezzeh ve her türlü kemâl sıfatlarıyla
muttasıf olan) Allah'ı, kendi düşünce ve görüşü kapasitesince bilir. Öyleyse
müşâhede yoluyla Allâh'ı tanımak isteyen akıllı kimseye gerekli olan, kalbini
(kendisine ait her türlü) fikirden boşaltmasıdır.
Yâni yüksek ve yüce himmetli kimseye gerekli olan, görüntü
dünyâsında aklî düşünceye bağlı kalmamasıdır. Çünkü görüntüler âlemi,
arkasındaki mânâya delâlet eden cisme bürünmüş nurlardır. Çünkü görüntüler
âlemi, yâni hayâl, aklî mânâları hissî kalıplara indirir. İlmi süt şeklinde,
Kur'ân'ı (ilâhî) ip sûretinde, dînî de kayıt sûretinde sergiler.
Yine yüksek ve yüce himmetli kimseye gerekli olan,
öğreticisinin, küllî nefisten almaya bağlanmış bir dişi olmamasıdır. Tıpkı,
kişinin, aslâ bir fakirden almaya muhtaç kalmaması gerektiği gibi… Fakir,
başkası olmadan kemâl sahibi olamayandır.
Azîz ve Celîl olan Allâh'ın dışındaki her varlığın hâli
böyledir, (hepsi fakirdir). Bu itibarla sen, ilmi, ancak sübhân olan Allâh'tan
keşif yoluyla almak hususunda gayret ve himmetini artır! Muhakkıklar (Hakk'a ve
hakîkate ulaşmış olanlar) bilirler ki, Allâh'tan başka fâil yoktur. Dolayısıyla
onlar, ilmi, Allah'tan başkasından almazlar. Allah'tan alışları da, akıl
yoluyla değil, keşifledir. Çünkü ehl-i himmet, ancak ilme'l-yakîni aşmak ve
ayne'l-yakîne ulaşmak sûretiyle kurtulmuşlardır.
Bil ki, mütefekkirler, herhangi bir konuda fikrî gâyelerine göre
en zirveye ulaştıkları zaman, elde ettikleri düşünceler, kendilerini azimli bir
taklitçi konumuna getirir. Mesele ise fikrin o noktada duraklamasından daha
büyüktür. Fikir var olduğu müddetçe, onun bir meselede emîn olması ve orada
çakılıp kalması mümkün değildir. Fikrî sahada akılların güç bakımından durduğu
bir sınır vardır. Bir de akıllar, kabul sıfatına sahiptir ki, bu da, yüce
Allâh'ın bir hibesidir. Öyleyse akıllı kişi için gerekli olan husus, kendisini
ilâhî esintilere açması, şahsî görüşü ve kendi kazancının dar kalıplı esiri
olmamasıdır. Çünkü kişi, sırf şahsî fikirleriyle vardığı noktada şüpheyle karşı
karşıyadır. Bana dostlarından ve senin hakkında güzel ve iyi düşüncesi olan,
aynı zamanda benim de güvendiğim bir şahsın anlattığına göre; bir gün sen
ağlıyordun. O şahıs ve senin etrafındakiler ağlama sebebini sordular. Sen de:
“Otuz sene önce düşündüğüm bir mesele sebebiyle ağlıyorum. Çünkü şu an o mesele
hakkında yeni bir delile ulaştım ve işin özünün önceki fikrimden tamamen farklı
olduğunu anladım ve (yapmış olduğum hatâ dolayısıyla) ağladım.”
(O hâlde değerli dostum!) Bu itibarla diyorum ki, bugün ulaşmış
olduğun delil de belki bir müddet sonra ilk meseledeki gibi olacaktır. Çünkü
fikir ve ifade sana aittir.
Akıl ve fikir mertebesinde ârif olan kişiye, fikirde konaklama
ve huzur bulma mümkün değildir. Bu husus, özellikle yüce Allâh'ı tanıma ve bilmede
daha geçerlidir. Kulun, yüce Allâh'ın mâhiyetini, kendi bakış açısıyla bilmesi
mümkün değildir.
Sana ne oluyor? Kardeşim, hâlâ niye bu vartada kalakalıyorsun da
Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in başlattığı nefsî - kalbî
eğitim ve Allâh ile halvet yoluna girmiyorsun. Fakat o yola girsen, Sübhân olan
yüce Allâh'ın:
“Kullarımızdan bir kul… Ona
katımızdan bir rahmet bağışladık. Nezdimizde bulunan özel bir ilimden bilgiler
verdik…” (el-Kehf, 65) diye buyurduğu insanların erdiği lutfa mazhar olursun.
Senin gibi bir kimseye yakışan, bu şerefli lutuf dolu yola, yüce
ve büyük mertebeye yönelmektir.
Dostum bilsin ki, her mevcut (var edilmiş olan), sebep yanında o
sebebin kendisi gibi muhdestir/sonradan yaratılmıştır. Mevcudun iki yönü
vardır. Biri, kendi sebebine dönüktür. Diğeri de, mûcidine/kendisini var edene
bakar. Var eden de yüce Allâh'tır. Fakat bütün insanlar, kendi sebeplerinin
yönüne bakarlar. Hikmet erbâbı olanlar, filozoflar ve onlar gibi akıl
meydanında dolaşanların tamamı da böyle yaparlar. Ancak peygamberler, velîler
ve melekler gibi Allâh ehli olan muhakkıklar/hakîkate erenler müstesnâdırlar.
Onlar, bir taraftan sebep vâsıtasıyla bilgileriyle beraberken diğer taraftan da
mûcidlerine / yaratan Allâh'a nazar ederler.
Onlardan bazıları, Rablarına, kendi yönüyle değil, kendi sebebi
yönüyle bakmış ve şöyle demiştir: “Kalbim, bana Rabbimi anlattı.” Kâmil bir
kimse de şöyle dedi: “Rabbim bana konuştu.”
Bu görüşe de ârif dostumuz (Bâyezîd-i Bistâmî) şöyle diyerek
işâret eder: “Siz ilminizi resimlerden (harflerden) ve ölülerden ölü olarak
aldınız. Bizse, ilmimizi, hayat kaynağı olan ve hiç ölmeyecek olandan, yâni
Allâh'tan aldık!”
Kendi varlığı, başkasından istifade ile var olanın hükmü, bizce,
hiçbir şeydir. Ârif kişi için Allâh'tan başka dayanak kesinlikle yoktur.
Bundan sonra dostum bilsin ki, Hak, her ne kadar bir taneyse de
onun, bize yönelen çeşitli ve birçok yönü vardır. Dolayısıyla ilâhî ilhamlar ve
onların tecellîleri, bu yönler kanalıyla olursa onlardan sakın (kesrete
aldanma)! Sana göre, Hakk'ın Rab olması, onun Müheymin (hükümranlığını her
tarafa yayıcı) olması hükmü gibi değildir. Yine onun Rahîm, yâni ebedî rahmet
kaynağı olması hükmü de, onun Muntakim (intikam alıcı) hükmü gibi değildir.
Allâh'ın diğer isimleri de böyle değerlendirilmelidir.
Bil ki, bütün sıfatları kendisinde toplayan zât olarak; Rab,
Kadîr, Şekûr ve diğerleri gibi bütün isimleri câmî bir isim mâhiyetiyle Allâh
lafzı, ilâhî vecheyi ifâde eder. Yâni Allâh ismi, bütün isimleri kendisinde
toplar. Onu müşâhede ânında sen (Allah ismini) hâfızanda bulursun. Ancak mutlak
sûrette onu aslâ müşâhede edemezsin. Cenâb-ı Hak, bütün isimleri kendisinde
toplayan Allâh ismi ile sana bir dâvette bulunursa, seni neye çağırdığına
dikkat et! Bu dâvet ve müşâhedenin yönelttiği makâma iyi bak! Ve ilâhî
isimlerden Allâh'ın nazarının tecellî ettiği isme nazar kıl; çünkü sana hitap
eden ve senin de müşâhede ettiğin isim odur. O da, ifadede dönüşümlü
tecellîlerle tâbir edilir. Tıpkı suda boğulan kişinin: «Yâ Gayyâs (Ey
kurtarıcı)» yahut: «Yâ Müncî (Ey ferahlatıcı)» yahut da: «Yâ Munkız (Ey dardan
kurtaran)» mânâsında sadece «Yâ Allâh!» demesi gibi… Acı çeken bir hasta da:
«Yâ Allâh!» dediği zaman, bu: «Yâ Şâfî (Ey şifa veren)» yahut: «Yâ Muâfî (Ey
âfiyet veren)» mânâsınadır. Diğer ilâhî isimlerle Allâh lafzının münâsebeti de
buna benzer. Sana benim dönüşümlü dediğim ifade, İmâm Müslim'in Sahîh'inde
bahsettiği şu hadistir: “Yaratıcı tecellî eder, fakat inkâr edilir ve ondan
kaçınılır. Bunun üzerine tecellîsini, Allâh, inkâr eden ve kaçınanlar için
kendisini tanıdıkları bir sûrete dönüştürür. Böylece insanlar, önce inkâr ettiklerini
sonra ikrâr ederler.” İşte burada Rabbânî hitaplar, dâvetler ve müşâhedenin
mânâsı budur.
Akıllı kişi; ilimlerden, ancak kendisini tamamlayacak ve her
hâlükârda kendisiyle (öbür dünyâya da) intikâl edecek ilimleri talep etmelidir.
Bu da ancak yüce Allâh'ı, vehb ile, yâni onun insana ihsan ettiği özel
lutuflarla ve müşâhede yoluyla bilmek ve tanımakla olur. Meselâ sendeki tıp
ilmine hiç şüphesiz ki ancak çeşitli hastalıklar dünyâsında ihtiyaç duyulur.
Fakat sen hiçbir hastalığın bulunmadığı bir dünyâya intikâl ettiğin vakit orada
tıp ilmiyle kimi tedâvî edeceksin? Onun için akıllı kişi, bu dünyâda kalacak
olan bilgileri, peygamberlerin tıp bilgisi(1) gibi vehbî yolla, yâni Allah
vergisi yoluyla olsa bile elde etmek husûsunda özel bir çaba göstermez. Sen de
onlara takılı kalma. Aklın ve gönlün öncelikle Allah ilmini istesin.
Mühendislik bilgisi de böyledir. Ona, ancak ölçüm alanında
ihtiyaç duyulur. Sen öbür dünyâya intikâl ettiğinde bu ilmi dünyâda bırakırsın.
Her nefis, basit bir şekilde, yâni yanında bu dünyâya âit hiçbir şey olmaksızın
göçüp gider. O hâlde nefsin, âhiret âlemine göçüş esnasında burada terk ettiği
ilimlerle uğraşmayı böyle değerlendir.
Akıllı kişi, ilimden, ancak kendisinin zarûrî olarak ihtiyaç
duyduğu bilgileri almalıdır. Bu istikamette o, kendisinin taşınacağı âleme
taşınacak olanı tahsîl etmeye özellikle gayret etsin! Bu da yalnızca iki
ilimden ibarettir:
1. Allâh ilmi
2. Âhiret yolculuğundaki durakların ilmi. Ki bu ilmi; âhiret
merhaleleri, âdetâ evinde yürür gibi hiçbir şeyi inkâr etmeyecek ve oradaki
hiçbir şey kendisine yabancı gelmeyecek şekilde bilmeyi gerektirir.
Şüphesiz bu iki ilmi bilen kişi, inkâr ehlinden değil irfan
ehlinden olur.
O yerler (âhiret merhaleleri), imtizac (kötüyle iyinin
karıştığı) yerler değil, temyiz (doğru ile yanlışı birbirinden ayırma)
yerleridir. Bu yerler, (insana) galatı da doğruyu da gösterirler. Bu da, bu
makamda bir topluluk hakkında temyiz meselesi ortaya çıktığında netleşir. O
topluluk ki, Rableri kendilerine tecellî ettiğinde: «Senden Allâh'a sığınırız.
Sen Rabbimiz değilsin. Bizler, Rabbimiz bize gelinceye kadar bekleyeceğiz.»
derler. Rableri onlara, ancak onların bildikleri şekilde tecellî ettiğinde onu ikrar
ederler. Böyle bir durum ne kadar esef vericidir!
Akıllı kimseye, bu iki ilimden (Allâh ve âhiret ilminden)
tarîkatteki usul üzere riyâzet, mücâhede ve halvet yoluyla keşifler gerekir.
Ben sana halveti ve onun şartlarını ve halvet esnasında
tertibine göre adım adım neler tecellî edeceğini anlatırdım. Ancak içinde
bulunduğumuz şu zaman beni bundan menediyor. Zamanla kastettiğim de, bilmediği
ve anlamadığı konularda inkâr yolunu tercih eden kötü âlimlerdir. Onları,
Hakk'ı iz'andan ve ona teslim olmaktan çelmeyen, şâyet ona îmân değil ise;
taassup, görüntü sevgisi ve riyâset sevdâsıdır.
Doğruları en iyi bilen
Allâh'tır. Dönüş de O'nadır.
(1)Tıp bilgisi, peygamberlere eğitim yoluyla değil vehbî yolla,
yâni Allah vergisi olarak ihsan edilmiştir.
Yorumlar