Enformatik Cehalet
16. yüzyıldan itibaren Avrupa'nın entellektüel haritalarını zorlamaya başlayan deneysel bilim anlayışı, 18. yüzyılın ortalarında bütün rakiplerini bertaraf eder ve 1890'larda "Avrupa'nın entellektüel kumandasını" ele geçiren kuşakla birlikte karşımıza, "tarihte eşi görülmemiş bir bilim adamı tipi" çıkar. Bu adam, herhangi bir yargıya varabilmek için bilinmesi gereken onca şeyden sadece bir tek bilimi ve hatta o bir tek bilimin bile sadece kendi uğraştığı bölmesini bilen biridir. Üstelik bu adam, kendi ilgi alanının dışında kalanları bilmemenin erdem olduğunu da iddia eder. Kültürün bütününe yönelik ilgi, bu adamların gözünde "diletantizm", yüzeysel meraktır.
Deneysel bilim, gelişmesini büyük ölçüde işte bu "ortalama", hatta "ortalamanın da altında" kişilerin emeğine borçludur. Bu durum, ortaya "olağanüstü gariplikte" bir insan tipi çıkarmıştır. Bu tip, (ki Ortega bütün "uzman"ları bu kategoriye sokar) eski sınıflandırmaların hiçbirine sokulamaz. Bilgili değildir, çünkü kendi uzmanlık alanına girmeyen hiçbir şeyi bilmez. Bilgisiz de değildir, çünkü bir "bilim adamı”dır ve evrenin kendisine ait olan o küçücük bölmesini çok iyi "bilir". Bu yüzden o, olsa olsa, "bilgili bir cahil, bir ignoramus"tur. (Kara cahil) (s. 20-21)
Bu "uzman cahil", hayatın diğer alanlarında, politikada, sanatta, toplumsal töre ve geleneklerde tam bir ilkel gibi davranır. Bakınız, Gariplerin Kitabı'nda lan Dallas bu "tip"leri nasıl tarif ediyor:
İyice biliyorum ki halkın öğrenim görmesinden sorumlu olanlar -bu sorumluların en yüksek düzeyde, en iyi olanlarından söz ediyorum, en kötülerinden değil- bizzat kendileri baştan aşağı cahildirler. Öğretiyorlar, ama akletmiyorlar. Sonu gelmez bir görüşler ve düşünceler ırmağına sahiptirler; cümleleri bitip tükenmez bir biçimde birbirine eklenir ve bunlar anlaşılır, iyi düzenlenmiş cümlelerdir. Konuşurlar ve konuşurlar. Zihin etkinlikleri onlara nasıl yürüyeceklerini, nasıl oturacaklarını, bir odada nasıl hareket edeceklerini, bir bardak suyu nasıl içeceklerini öğretmez. Hayat onlar için bir muamma ve ölüm tesadüfi bir sondur. Bunun hiç ama hiçbir istisnası yoktur. Hepsini tanıdım onların; eğer bir teki hayatı tatmış olsaydı, ona katılır, şöleni paylaşırdım onunla. [Gariplerin Kitabı, s. 42-43] (s. 21)
Teknolojinin bugüne kadar, birbirinden farklı ama aynı zamanda pek çok ortak öğeler de içeren pek çok tanımı yapılmıştır. Hatta günümüz sosyal bilimlerinde, "teknoloji kavramının, "kültür" kavramından sonra, hemen her yazar tarafından yeniden ve farklı bir biçimde tanımlanan ikinci kavram olduğu bile söylenebilir (Sözgelimi Concise Oxford Dictionary, teknolojiyi "sanayi ile ilgili sanatların bilimi" olarak tanımlarken, Büyük Türkçe Sözlük, "insanın tabiata tutunmak ve onu kendisine faydalı hale getirebilmek, kendi hizmetinde kullanabilmek için yaptığı her türlü alet ve cihaz" tanımını veriyor. J. K. Galbraith ise, New Industrial State (Yeni Sanayi Devleti) adlı eserinde, teknolojinin Avrupa uygarlığı bağlamında kazandığı özgül niteliği öne çıkartan bir yaklaşımla, "pratik işlere, bilimsel ve sair örgütlenmiş bilginin uygulanması" tanımını geliştiriyor).
Her biri, değişik zaman ve koşullarda, birbirinden çok farklı teorik veya pratik ihtiyaçları karşılamak üzere geliştirilmiş olan bu tanımları, çalışmamızın amaçlarını göz önünde tutarak, "insanın maddi çevresini denetlemek ve değiştirmek amacıyla geliştirdiği araç gereçlerle, bunlara ilişkin bilgilerin tümü" olarak özetlemek mümkündür. (s. 61)
Ünlü iletişimci Marshall McLuhan'a göre, tarih boyunca ortaya çıkan çeşitli teknolojiler, şu veya bu şekilde bir organımızın "uzantısı" olarak yorumlanabilirler. Buna karşılık elektronik teknolojisindeki gelişmeler sayesinde, tarihte ilk defa insanoğlunun en önemli organı olan beyni bir "uzantı"ya kavuşmuş olmaktadır. (s. 73)
Smith'e göre, bu iki sistemin çatışmasını Gutenbergci ilkeyle İskenderiye ilkesinin çatışması olarak düşünebiliriz. (Gutenbergci ilke, bilginin alabildiğine yaygınlaştırılması ve herkesin kendi ihtiyaç duyduğu "bilgi"yi kendi özel kitaplığında depolaması; buna karşılık İskenderiye ilkesi, bütün bilginin bir merkezde toplanması ve ihtiyaç duyanların, ihtiyaç duydukları "bilgi"yi bu merkezle bağlantı kurarak edinmeleri anlamında kullanılıyor.) (s. 85)
Gazetenin en büyük dayanağı toplumsal hayatın kitleselleşmesi; insanlar arasındaki ilişkilerin her gün biraz daha özsüz, dolaylı ve karmaşık bir hal alması. Bu kitleselleşme ve karmaşıklaşmanın altında yatan hem "tüketelim, çünkü üretiyoruz" düşünce tarzının bir türevi, hem de bu düşünce tarzını yaymakta kullanılan en etkili silahlardan biri. Doğrusunu söylemek gerekirse pek az meta, gazete kadar "üretildiği için tüketilir". (s. 91)
Kitle haberleşme araçlarının bizi bir dünyadan haberdar ettikleri doğru; ama bu dünya, bizim yaşadığımız dünya değil, haberdar olduğumuz bir dünya. (s. 93)
Bilginin, bir niyet, bir cehd, bir sabır; kısacası bir hazırlık gerektirdiği düşüncesi bugün artık bir kenara itilmiş; ama yerine yeni iletişim ve enformasyon araçlarının etkilerini de açıklayabilecek bütünleşik bir öğrenme kuramı konulamamıştır. Bu yüzden, günümüzde artık öğrenme kuramlarından değil, öğrenmeme, öğrenerek cahil kalma, öğrendikçe cahilleşme kuramlarından söz edilir hâle gelmiştir. Televizyonun bütüncül etkisinin, tek tek programların aritmetik toplamından fazla bir şey olduğunu söylerken işaret etmek istediğimiz de işte budur. (s. 106)
Encounter dergisinde de Daniel Bell'in bir yazısı yayımlandı. Bell, "Gutenberg ve Bilgisayar: Enformasyon, Bilgi ve Diğer Ayrımlar" başlıklı bu yazısında bilgiyle enformasyon arasındaki farkı temellendirmeye çalışırken, tartışmayı ilk bakışta konuyla pek ilgisi yokmuş gibi görünen bir soruyla başlatıyor: "Kitabı neden savunalım?" Ve hemen ekliyor: "Eğer kitabı, antikacıların kendi antikalarını savundukları gibi savunmaya kalkışırsak, beyhude bir işe soyunmuş oluruz. Kitabı, kültürün kurucu öğelerinden biri; evet, hem de biçim olarak, kurucu öğelerinden biri olduğu için savunmamız gerekir. İnsandan kitabı kaldırırsanız geriye ne kalır ki?" (s. 119)
Bell'e göre enformasyon demek, haber demek istatistikler, raporlar, vergi cetvelleri, mahkeme kararları demek. Bunlar bakımından bir "patlama" olduğu da doğru ve bunun kolayca anlaşılabilecek nedenleri var: Dünya nüfusu durmadan artıyor, artan nüfusun hareket kabiliyeti de yükseliyor, dolayısıyla dünya küçülüyor, herkesin herkesle kurduğu ilişkiler artıyor; bu ilişkilerin "zorunlu" kıldığı örgütler, işlemler, kayıtlar, kurallar, belgeler, tutanaklar da artıyor. Ama bunlarla ilgili işlemlerin illa da bilgi olması gerekmez ve gerçekten çok ezici bir çoğunluğunun bilgi kavramıyla uzaktan yakından bir ilişkisi yok. Bilgilenmek, Bell'e göre, bir bağlama (context) oturtup yorumlamak, şerh etmek, ilişkilendirmek ve kavramlaştırmak demektir. Bu ikisi arasındaki fark, bir benzetmeyle belki daha iyi ortaya konulabilir: Bir kitabın arkasındaki özel adlar fihristi, depolanmış verilere benzetilebilir. Biliyorsunuz, bu tür fihristlerde, o kitapta -şöyle ya da böyle- sözü edilen bütün kişi ve yer adları sıralanır. Yine bazı kitapların sonuna eklenen konu (kavram) fihristleri ise enformasyon gibidir. Bilgiye gelince... Bilgi de, şimdilerde ne yazarların ne de yayıncıların pek iltifat etmedikleri, ama ciddi okuyucuların kendileri için zaman zaman düzenledikleri analitik fihristlere benzetilebilir. Böyle bir fihrist, o kitapta ortaya atılıp geliştirilen tezi adım adım izleyebileceğimiz ve her aşamada sözü edilen kavramlar arasındaki ilişkileri görebileceğimiz şekilde düzenlenmiştir ve erbabı, sadece bu fihriste bakarak, geliştirilen tezin ardında yatan mantığı veya incelenen olgunun niteliğini görebilir. (s. 124)
İsveç parlamentosunun bir kadın üyesinin güzel bir sözü var: 'Eğer, diyor bu kadın parlamenter, Karl Marx bugün yaşasaydı Das Kapital'i (Sermaye) değil, "Die Information"u (Enformasyon) yazardı. (s. 130)
Birkaç yıl önce Amerikalı bir araştırmacı, kullanımdaki "iletişim" tanımlarını tasnif etmeye kalkışmış ve tanım sayısı yüzü geçince akıllılık edip bu işten vazgeçmişti. Birisi çıkıp “enformasyon” kelimesine yüklenen anlamları tasnif etmeye kalksa, aynı şey onun da başına gelir. (s. 147-148)
Enformasyonu bir metâ gibi değerlendiren yaklaşımın piyasa ekonomisinin hâkim olduğu ülkelerde ortaya çıkmış olması herhalde bir rastlantı değildir. (s. 151)
Enformasyonun kendine mahsus ikinci özelliği de enformasyon kaynağının kullanıldıkça değerinin artmasıdır. Bütün diğer mallar ve kaynaklar kullanıldıkları ölçüde tükendikleri hâlde, enformasyon ne kadar çok alıcı tarafından tüketilirse o kadar iktisadi değer kazanan (zenginleşen) bir "mal"dır. Enformasyon kaynağından yararlanan her yeni tüketici, kaynağın değerini biraz daha artırır. Bunu iktisattaki klasik "arz-talep" sorunuyla karıştırmamak gerekir. (s. 151)
Enformatik Cehalet
Nabi Avcı
Yorumlar