Zamanın Cografyası
Kültürün ağları arasına daldığınızda cevaplar ne basit, ne de berraktır. Kültürel inançlar tıpkı soluduğumuz hava gibidir, yani öylesine olduğu gibi kabul görürler ki nadiren tartışılır ve dile getirilirler. Ancak bu yazısız kurallar ihlal edildiğinde verilen geçici bir tepki vardır. Benim gibi saf yabancılar kültürel bir mayın tarlasına gözünü kırpmadan dalabilirler. (s. 18)
İnsanların hayatlarındaki zaman olgusunu yorumlama biçimleri pek çok çeşitliliği barındırır. Her seviyede köklü farklılıklar vardır: Kültürden kültüre, şehirden şehre ve komşudan komşuya. Ayrıca hepsinden önemlisi, saatin gösterdiği zaman, hikâyenin başlangıcıdır yalnızca. (s. 19)
Yabancı bir tempoya uyum göstermek, en az yabancı bir dil öğrenmek kadar zor olabilir. (s. 28)
"Bir şehir büyüdükçe, o şehrin sakinlerinin zamanının değeri de yerin artan gelir oranı ve hayat pahalılığı ile birlikte artar; böylece zamanı idareli kullanmak daha mühim hale gelir ve hayat gittikçe daha aceleci ve sinir bozucu olur." Irving Hoch (s. 33)
Demek ki modern gereçler, antropolog Marvin Harris’in de gözlemlediği gibi, “işi azaltmayan emekten-tasarruf aletleri”dir.
Johnson, güncel ekonomi kuramından da faydalanarak, sanayileşmenin “artık zaman”dan “zaman bolluğuna” oradan da “zaman kıtlığına” doğru evrimsel bir ilerleme ürettiğini savunur. Johnson’un iddiasına göre nihai sonuç insan hayatının temposu üzerindedir:
Daha fazla üretim ve tüketimin bir sonucu olarak, artan bir zaman kıtlığı yaşıyoruz. Bu, şu şekilde işler: Üretimde verimliliğin artması, her bireyin saatbaşı üretiminin de artması anlamına gelir, artan üretkenlik ise… sistemin devamını sağlamak için daha fazla ürün tüketmemiz gerektiği anlamına gelir. Serbest zaman tüketim zamanına dönüşür, çünkü ne üretim ne de tüketim yapılarak harcanan zaman boşa harcanmış kabul edilmeye başlanır . . . Zamanın değerindeki artış (zaman kıtlığının artması) öznel olarak tempo veya hızdaki artış olarak hissedilir. Her zaman için üretim bandına yetişememe ya da işe geç kalma tehlikesi altındayızdır ve boş zamanımızda dahi zamanı harcamaktan endişe ederiz. (s 37-38)
Bir selamlaşmanın ne kadar sürede başlaması gerektiğini yöneten kurallar da değişebilir. Halen Avustralya Darwin’deki Kuzey Bölge Üniversitesi’nde psikoloji eğitimi veren Sushila Niles, bir Afrika ülkesinde öğretmenlik yaparken bir hükümet yetkilisi ile yaşadığı tatsız bir karşılaşmayı aktarır. Adamın sekreteri tarafından içeri alındıktan sonra, Niles onun bir başka kişiyle konuştuğunu görür. “Kenarda kibarca bekledim” diye anlatır. “Aniden bana döndü ve dedi ki, “Ne o hanımefendi, selam vermiyorsunuz?” Ofisinden içeri adım atar atmaz ona selam vermeyerek, sosyal etkileşimin bütün kurallarını çiğnemiştim. Başkalarının sözünü kesmenin kabalık olduğu öğretilerek yetiştirildiğimi söyledim. Ama yatışmış görünmüyordu.” (s. 39)
Bazı insanlar sıcak yerlerin yavaş temposunun ergonomik bir açıklaması olduğuna, bunun genel bir enerji eksikliğinden kaynaklandığına inanır. Elbette ki bir sıcaklık dalgasını yaşamış olan herkes, yüksek sıcaklıkların insanı yıprattığını bilir. Başka bir açıklama, yavaşlığın evrimsel/ekonomik bir duyarlılığı olduğu iddiasındadır. Buna göre sıcak yerlerdeki insanların çok fazla çalışması gerekmemektedir. İhtiyaç duydukları eşyalar daha masrafsız ve sayıca azdır -daha az kıyafet, daha basit evler- öyleyse neden acele etsinler ki? Sıcak iklimlerin insanları hayatın tadını çıkarmak için daha fazla zaman ayırmaya teşvik ettiğine inananlar da vardır. Açıklaması ne olursa olsun, sıcak yerlerde hayatın temposunun daha yavaş olmasının yüksek bir ihtimal olduğu ortadadır. (s. 42)
Bireysellik-kolektivizm konusundaki en önemli uzman olarak kabul edilen Illinois Üniversitesi’nden sosyal psikolog Harry Triandis, bireyci kültürlerin kolektivistlere oranla başarıya, ilişkilerden daha çok vurgu yaptığını bulmuştur. Başarı üzerindeki bu odaklanma genellikle “Vakit nakittir” düsturunu benimseyen, her saniyeyi değerlendirme telaşında bir zihniyete yol açar. Buna karşın sosyal ilişkilere öncelik verilen kültürlerde, zamana yönelik daha rahat bir yaklaşım görülür. O halde, kolektivist kültürler daha yavaş tempolarla tanımlanmalıdır. Bu öngörüyü, otuz bir ülkelik çalışmamızda her ülkenin bireycilik-kolektivizm puanlarını üç deneydeki zamanları ile karşılaştırarak test ettik. Sonuçlarımız hipotezi doğruluyordu: Daha fazla bireysellik, daha hızlı tempolarla bağlantılıydı.
İnsanlar üzerinde odaklanmak, sonraki bölümlerde göreceğimiz gibi plan-programın ve saat üzerindeki zamanın dayattığı tempo ile uyuşamaz. Aslında bazı kolektivist kültürlerde, zamansal aciliyet yalnızca önemsizleştirilmiş değildir, aynı zamanda ona düpedüz diş bilenir. Antropolog Pierre Bourdieu, Cezayir’deki kolektivist bir topluluk olan Kabil halkını incelemiş, bu halkın hızla hiçbir ilgilerinin olmasını istemediğini görmüştür. Sosyal konulardaki herhangi bir telaş belirtisini “şeytani hırsla birleşmiş görgüsüzlük” kabul ederek hor görürler. Saat ise “şeytanın değirmeni” olarak adlandırılır! (s. 43-44)
Yaşlandıkça, insanlar zamanın daha çabuk geçermiş gibi geldiğini söyler. Oğlum bir yaş daha büyüdüğünde, bu onun hayatının yüzde onudur; ama ben bir yıl yaşlandığımda bu hayatımın yalnızca yüzde ikisidir. (s. 49)
Ayrıca insanların deneyimledikleri süre algısını yaratan da kişinin kolundaki saatin aksine, genellikle belirsizliklerle dolu olan psikolojik saattir. (s. 52)
Birçok kültürde ise faal olmak ve hiçbir şey yapmamak arasında daha az ayrım vardır. Brunei’de insanlar “Bakalım bugün ne olmayacak?” diyerek uyanır. Nepal ve Hindistan’da, yalnızca oturmak ve sessizce durmak için birbirlerine uğrayan dostlarım vardı, bu ziyaretlerde herkes (benim dışımdakiler elbette) son derece rahattı. Bazen sessizlik saatlerce, genellikle kahkaha dolu bir konuşma sanki bir anda alev almış gibi başlayana kadar sürerdi. Sonra tekrar, ayrılma zamanına kadar sürebilen bir sessizlik olurdu. Bu insanlar, bir araya gelip hiçbir şey yapmadıklarında tuhaf hissedip hissetmediklerini sorduğumda şaşırmışlardı. “Sadece oturmak” diye açıklamışlardı, “Bir şey yapmaktır.” (s. 68)
Georgia Tıp Fakültesi'nde doktora öğrencisi olan Japonya kökenli psikiyatri hemşiresi Noriko Kito, Marsiela'nın yaşadığı tatsız durumu çok iyi anlıyor: “Benim ülkemde konuşmak için acele etmeyiz. Konuşmadan önce düşünmek için vaktimiz mutlaka vardır. Bilgileri idrak etmemizde bize yardımcı olan bir sessizlik anımız olur. Ayrıca kişi gruba hep önem verir, bu nedenle de kimse konuşmanın dışında bırakılmaz. Burada ise böyle olmuyor. Amerikalı arkadaşlarım daha iddialı olmam gerektiğini söylüyor.”
Bir keresinde bir Japon dostum bunu daha açık dile getirmişti: "Batılılar için konuşmanın zıttı dinlemek değil, beklemek." (s. 70-71)
Televizyon izleyicilerinin daralan dikkat aralıkları buna örnek gösterilebilir. Uzaktan kumanda cihazları ve çoklu-kablo istasyonlarının yaygınlaşması medya analistlerinin “atıştırıcılar” adını verdiği bir nesil yaratmıştır. (s. 72)
Anlatıldığı kadarıyla Bali halkı -günlük faaliyetleri dini, müzikal, teatral ve sanatsal ritüellerle çevrelenmiştir- saatin gösterdiği zamana genellikle “kauçuk zaman” (jam kerat) adını verir. Balili bir memura “Otobüs saat kaçta kalkacak?” diye sorulduğu zaman, tipik bir yanıt şöyle olabilir: “Kauçuk zamanla saat dörtte.” (s. 75)
Fizikçiler evrendeki zamanın -Büyük Patlama’dan şimdiye dek- düzgün ve kesintisiz olmadığını belirlemişlerdir. Bu ise Anglo-Amerikan kültüründe baskın olan, akrep-yelkovanın mekanik bir saatin etrafında hareket ettiği Newton’cu metafora aykırıdır. Zaman ne evrenseldir ne de düzgün biçimde akar. Einstein’ın görelilik teorisine temel oluşturan zamanın mutlak olmadığı anlayışıdır. Atomaltı seviyede parçacıkların zaman içerisinde hem geri hem de ileri hareket ettiği kesindir. Alan teorisine göre, her parçacığın, her biri kendi ritminde dans edermiş görünen, kendi ritmik enerji alışkanlıkları vardır. Fiziksel zaman bozulmasının belki de en şaşırtıcı varyasyonu, deliğin dışındaki bir gözlemci için zamanın tam anlamıyla kımıldamadan durduğu, evrenin kötü şöhretli karadeliklerinde meydana gelir.
Yeni fizik, fiziksel zamanın hareketini “engebeli” olarak tanımlar. Uzaydaki -kesin konuşursak, uzay zamanındaki engebeler çekim gücünün dinamiklerinden kaynaklanır. Aynısı sosyal zamanda sürenin psikolojik olarak algılanması için de söylenebilir. Saat üzerindeki görünüşte değişmez zamandan farklı olarak, psikolojik zamanın akışı bazen daha engebeliyken, bazen de gayet akıcıdır. (s. 76-77)
Psikolojik zevk de, sanırım fiziksel acı ya da tatminin sinir yolları boyunca akışı gibi zaman içinde kanallar açar. Zaman sıkıştığında ve kısaldığında, hazzı da boğar; bu amaçsızlık içine yayıldığında, benlik seyrelerek etkisiz bir uyuşukluğa girer. Haz orta zamanda, yani ne çok hızlanmış ne de çok yavaşlamış zamanda var olur."
Sosyal psikologlar Jonathan Freedman ve Donald Edwards tarafından yapılan deneyler Hoffman'ın gözlemini doğrular niteliktedir. Freedman ve Edwards haz ve zaman baskısı arasındaki ilişkinin ters "U"ya karşılık geldiğini bulmuştur. En büyük haz orta düzey bir baskıda tecrübe edilir. Çok fazla zamansal yük stres verici olabilir ve çok azı da can sıkıntısına yol açar. Ayrıca zaman baskısı ve insanların ne kadar iyi performans gösterdiği arasında da ters U-biçimli bir ilişki bulmuşlardır. Bir kez daha, en iyi çalışma orta düzey bir zaman baskısında ortaya çıkmaktadır. (s. 253)
Saate karşı çalışmak ne her zaman için streslidir ne de zaman baskısının yokluğu doğal olarak rahatlatıcıdır. Zaman baskısı doğru dozda verildiğinde enerji verici ve canlandırıcı olabilir. (s. 254)
Zamanın Coğrafyası
Robert Levine
Yorumlar